Ülke gündemi her an değişmeye devam ederken birkaç hafta önce yaşanmış bir olayın ucundan tutup bugüne doğru ilerleyeceğim bir yazı ile belli bir bağlamda ele alınabilecek biri iki konuyu aradan çıkartmaya çalışacağım. Hatırlarsınız iki hafta kadar önce Uzungöl’de Irak’tan gelen turistlere yönelik bir linç girişiminde bulunulmuştu. Kürt turist kafilesine yönelik bu linç girişiminin ardından aklı başında sorgulama yapan herkes IBKY nin Türkiye Devleti tarafından resmi olarak tanındığını başta ifade ederek ortaya konan saldırganlığı farklı yönleriyle değerlendirdi. İşin bu kısmını uzatmadan yaşanan lincin bir hafta kadar sonrasında Uzungöl’e gittiğimi ve orada görünenlerin ne olduğunu bir iki satırla ifade etmek istedim. Bir kere bölgeye ilk girdiğiniz andan itibaren göze çarpan şey Arap turistlerin yoğunluğu. Öyle ki bir süre sonra kendinizi Katar’da ya da Suudi Arabistan’da gibi hissediyorsunuz. Yanlış anlaşılmasın burada bir Arap karşıtlığı falan yaptığım yok, elbette gelip, gezip, tozsunlar. Araplar için bölgenin bu kadar cazibe merkezi haline gelişlerinin sebebi nedir bilinmez ama turist dediğimiz insanların orada üç beş günlük kısa tatil amacıyla bulunmadığını kestirmek güç değil. Neredeyse bütün bölgeyi, yaylaları, mülkleri, dağları, taşları Katar ve diğer Arap ülkelerine satan yasal düzenlemelere hiçbir itirazı bulunmayanların bir grup Kürt turiste öldüresiye saldırmaları milliyetçilik denen şeyin ne olduğunu anlamak için güçlü ipuçları sunuyor. Gerek Arap ülkelerinden bölgeye yapılan fahiş yatırımlar, gerek turistik gezilerle bölgeye gelen Katarlı ve Suudi turistlerin bölgede yaptığı yüksek harcamalar bir hafta önce bir grup Iraklı Kürt turisti linç etmeye çalışan güruhun milliyetçiliğini terbiye edebilmiş. Bunu görebilmek için insanın kendisini çok zorlaması gerekmez. Bölgede geçireceğiniz bir günlük zaman emin olun burada yazılanlardan çok daha kapsamlı değerlendirmeler yapmanıza olanak sağlayacaktır.

Gelelim Suriyeliler meselesine. Bir Suriye düşmanlığıdır almış başını gidiyor. Olan biten tüm sıkıntıları Suriyelilerin varlığına bağlayan körlük bu yönüyle bir yerlere yedeklendiğinin farkında olmaksızın her geçen gün sesini daha da yükseltir hale geldi. Sağa sola saldırmanın, meseleyi bir asayiş sorununa indirgemenin, biçime odaklanıp onu da yanlış değerlendirirken özü hiç görmemenin, yakın geçmişten bihaber yakın geleceği tasavvur etmenin moda olduğu günleri yaşıyoruz hayretler içerisinde açığa çıkan tepkileri izlerken. Bu tepkilerin sahiplerinin en büyük özelliği de Suriye’de yaşanan savaşın kimler eliyle nasıl körüklendiğini görmeden, cihatçı çetelerin nasıl ve kimler tarafından beslendiğini bilmeden, koalisyonların, devletlerin, bindirilmiş kıtaların, çetelerin Suriye topraklarında ne işinin olduğunu görmezden gelişi olsa gerek. Halkın konuyla ilgili fikir ve tepkilerini doğru bulmadığımız anlarda dahi şimdi bahsedeceğimiz kişilerden ayırarak tartışmak gerekir, yeri gelmişken belirtmiş olalım.

Her geçen gün büyüyen Suriyeli karşıtı koronun başını çekmeye de dönem dönem televizyonlarda boy gösterip en büyük meziyeti tatlı sularda muhaliflik yapmak olan kimi gazeteciler de gönüllü olunca bu gerici propaganda sandığımızdan daha fazla bir etkiye sahip olabiliyor. Ortalama memleket insanının ruhunu milliyetçilikle okşayıp kendini daha okunur ve görünür kılma çabası “ortalıklarda görünmezsem olmaz” diyen bu türden gazetecilere de dönemsel olarak kimi hazlar yaşatıyor tabi.

Son olarak Barış Akademisyenleri ile ilgili Anayasa Mahkemesi kararına itiraz eden 1071 kişilik karşı “akademisyen” bildirisinden de bahsedelim. Neredeyse sokak aralarında apartmanlara kurulan ve adına üniversite denen yerlerde görevli 1070 kişi (yazı yazıldığı anlarda bir akademisyen bildiride haberi olmadan adının kullanıldığını açıkladı) Malazgirt’e ithafen bir araya gelerek işlerinden, hayatlarından edilmiş bilim insanlarına karşı bir bildiri kaleme aldı. Kimin ne derdi var hiç girmeden her meselenin iktidar kanadından sürekli bir maneviyat ve tarihsel sembollerle ifade edilme çabasına dair bir iki sözle devam edelim. Halkı kendi politik hatlarına daha rahat entegre edebilmenin, kendi somut planlarını hayata geçirirken halkı soyut bir alemin içine hapsedip oluşturulan bir tarih anlatısıyla hipnotize edip rıza göstermesini, razı gelmesini sağlamanın bir yolu olarak “tarihi yeniden yazma girişimlerinin” gelip dayandığı nokta her işi bu türden sembollerle boğmaya kadar geldi. Hal böyle olunca kendisinin haberi olmadan adı 1071 kişi arasına yazılmış bir kişi, kendi adına atılmış sahte imzayı geri çekince sembolün iflası da kaçınılmaz oluyor.

Hayat her türlü gerici, soyut argümanın gücüne rağmen somut ve maddi temeller üzerinden ilerlemeye devam ediyor. Bu noktada tarihten güç almak ile halkın somut taleplerinden bağımsız, günlük yaşamın hiçbir ihtiyacına cevap vermeyen “tarihi yeniden yazma”, kimi zaman eğip bükerek kendine yontma çabası arasında bir fark ortaya çıkıyor. Tarihten güç alanlar ileriye doğru sıçramalara gebe bir pratiğe sahip olurken diğer tarafta kalan “tarih yazıcıları” geçmişe, çok geçmişe mahkûm olup, bilimden azade bir halde tarihin karanlık bir noktasında kala kalıyorlar.

Sonuç olarak Uzungöl’de rant ve kar ile terbiye edilen milliyetçilik, Suriyeliler konusunda kendini görünür kılmaya, yine bizzat körükleyeceği tartışmalar üzerinden kendisini konuşulan kişi mertebesine yükseltmeye çalışan kişiler için sağlanacak faydaya giden en kısa yol olurken, 1071 eksi bir kişilik listede ise devrin sefasını sürmenin garantisi olarak ortaya çıkabiliyor. Her örnekteki ortak özellik ise rüzgâra kapılıp hareket etmenin hiçbir riskinin olmaması gibi bir kolaylığın da sağladığı “dönemsel sahte cesaret” olsa gerek. Yoksa tüm bu örneklerde bahsedilen kişiler için genel bir cesaret hali söz konusu olsaydı talan edilen Karadeniz’in Katarlılara ve Suudilere peşkeş çekilmesine, ODTÜ’de ağaçların hedefe konmasına, Kazdağları’nda doğa katliamına, Salda Gölü üzerindeki korkunç planlara, Munzur’da planlanmış maden sahası faaliyetlerine sessiz kalmak takdir edersiniz ki pek de mümkün olmazdı.