Bu hafta sizlerle, içerisinde futbol analizlerinin olduğu fişek oğlu fişek gibi bir yazıyla daha beraberim. Belki de futbolun altın çağını yaşamış bir nesil olarak sesleniyorum.(’94 Dünya Kupası’nda Arjantin’in Yunanistan’ı 4:0 yendiği maçta Maradona’yı televizyondan izleme şansı bulmuş biriyim)Ama bana sorarsanız futbolun en güzel dönemi 2000 – 2006 yılları arasında izlendi. Bazen düşünüyorum, “Acaba o dönem gerçekten daha mı güzeldi yoksa biz futbolu izlerken daha hevesli olduğumuz için mi bize güzel geldi?” diye. Hani son 6-7 senedir atağa geçmiş ve son zamanlarda ilk başlardaki popülaritesini yitirmekte olan 90’lar furyası var ya, sevenleri tarafından, “Abi 90’lar bambaşkaydı, şu müzikler inanılmazdı!” cümleleriyle savunulan… 90’ların müzikleri neden güzel geliyor biliyor musunuz? Çünkü kötü olanlar unutuldu da ondan! Hafızamız bizlere sadece güzel olanları hatırlatıyor. Futbol için de aynı şey mümkün herhalde diye düşünüyorum. Günümüzde endüstriyelleşmenin had safhasına ulaşmış olan futbol, eskiden bu kadar para-pul ilişkisi gütmediği için bize daha güzel geliyor olabilir.

Rüyamda, 92-93 sezonunda Beşiktaş ile hazırlık maçına çıkıyordum. Altyapıda oynuyorum diye bana da şans vermiş sağ olsun Gordon Hoca. Soyunma odasındayız, benim giyineceğim yer Recep ile Mutlu’nun arası. “Recep Abi, bana forma verilmedi.” diyorum, “Al, bende bi’tane daha var, isim yazmıyor önüne 1 koy 12 numara olarak çık işte!” diyor. Ama esas şaşırdığım şey, Recep Abi formanın içine yün kazak giyiyor üşütmemek için. Tipine bakıyorum, organize suç şebekesi lideri gibi, “Splinter Usta de bana!” deyince soluma dönüyorum. O dönem her takımda olan mecburi sarı saçlı yerli oyuncu bulundurma kotasını dolduran Mutlu Topçu var. Formasının önünde “Mutlu Akü” reklamı var, “Nasıl olmuş bacanak?” diye soruyor, korkuyorum iyice, “Ben defansta oynamam!” diyorum Gordon Hoca’ya. Sahaya çıkıyoruz nihayet. Kaleye bakıyorum Aumann var, “Abi!” diyorum, “sen seneye oynayacaksın, ne işin var?”. Şapkayı bi’ çıkarıyor Aumann, surat Bako’nun suratı. İyi diyorum, bu kesin rüya, uyanıyorum sonra. Uyandığımda mutluydum ama. Ne güzeldi eski dönemlerde oynanan futbol diye geçiriyorum içimden. Şimdi öyle mi? Kameralar, futbolcunun her anını çekiyor diye her hareketi şov oldu topçuların. Samimiyetsiz tavırlar, gol kaçırınca abartılı abartılı birtakım hareketler, bakkala göndersen üşenecek adamın gol attığında zorluk derecesi 7 puan olan burgulu salto ile sevincini şahlandırması… Benim gibi düşünenlerin istediği bu değil. Bize saçını renk renk boyatan, kenarına iki cızık attıran adamlar değil; gerekirse Takoz Recep gibi forma altına yün kazak giyip o derya çamurun içinde iki kemik kıracak futbolcular lazım! Endüstriyel futboldan nefret ediyorum!

Şimdi izlediğimiz futbol insanın ağzında plastik tadı bırakıyor. Bizim istediğimiz samimiyet, “kokuyor ama iki gün daha giyilir bu çorap” samimiyeti. Bir insanın milyonlarca avroyu sadece top oynadığı, dengeli beslendiği, haftanın beş günü antrenman yaptığı için alması fikri sadece bana saçma geliyor olamaz. Zamanında izlediğim bir röportajında Şenol Hoca’nın da dediği gibi, “Eskiden futbolu fakirler oynar, zenginler seyrederdi. Şimdi zenginler top oynuyor, fakirler izliyor.” İşin en garip yanıysa; ülkemizde oynanan futbol seviyesinin zeminde olması. Emlakçı size telefonda evi görmeden, “Ev ikinci katta, eheheh…” diyor. Gidip bakıyorsunuz, kat olarak ev ikinci katta ama kot farkı ile direkt bahçeye bakıyor. Bizim ligimiz de böyle pazarlanıyor izleyiciye. Ya Allah aşkına bir hafta sonu Premier Lig izleyin de ağzınızın tadı düzelsin!

Bu kadar futbol konuşmuşken, Göztepe’nin yeni stadının da bol galibiyet ve seyir zevki getirmesini dilerim. Göztepe deplasmanına gelecek takımları ise şahane bir stadyum bekliyor. Benim gördüğüm tribünler arasında sahaya en yakın olan koltuklar burada. Deplasman takımın oyuncuları bu sayede yoğun baskıyı her an üstlerinde hissedecektir diye düşünüyorum.