YAĞIZ BARUT/ İZ GAZETE 31 Mart gecesi yerel seçim sonuçlarında, büyük bir umudun ve değişimin yansımalarını gördük. İktidar birçok büyükşehri kaybetmesine rağmen, İstanbul’u kaybetmeyi kabullenemedi. 17 günlük sayım süreci sonrasında, mazbata Ekrem İmamoğlu’na verilse de 6 Mayıs günü hukuksuz bir şekilde seçimler iptal edildi. O süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?

 AKP’nin 17 yıllık iktidar döneminde 15 tane seçim yapılmış, öncelikle bu tespiti yapmak gerekiyor. Bu seçimlerin, hepsinde benzeri yöntemler kullanıldı ve aynı hukuk uygulandı. AKP iktidarı 13 seçimden galip çıktı, sadece 7 Haziran ve 31 Mart yerel seçimlerinde mağlup oldu. İki seçimin arasındaki benzerlik, AKP’nin sandıklardan çıkan sonuçları kabul etmemesiydi. Dolayısıyla bu, çok net şekilde, seçimle gelen AKP’nin, iktidarı seçimle vermek istememesinin işaretidir. Milli iradeyi ağzından düşürmeyenlerin, milli iradenin tam da tecelli ettiği yegâne yer olan sandığa artık hürmet etmiyor olması, Türkiye’nin demokrasi krizi yaşadığını gösteriyor. Yerel seçimler tabi ki umut oldu. Mevcut siyasal ve ekonomik durum, halkın aslında alternatiflere yöneleceğini bize gösteriyordu. İstanbul gibi ekonominin başkenti olan bir yeri hükümet bırakmak istemiyor olsa da.

Bunun sebebi nedir?

Sebebi çok açık aslında ve kendileri de ifade etmişlerdi; ‘İstanbul’u alan Türkiye’yi alır’ diye. Bu sebeple de, ‘İstanbul’u kaybedersek Türkiye’yi kaybeder miyiz?’ diye düşünüyorlar. Ancak bunun yansıması da yurttaş da, yerel seçimde bu kadar sıkıntı çıkmışken, olası bir genel seçimde ne yaşarız korkusu olacak! Bu endişeleri hepimiz yaşıyoruz aslında ve tam da bu sebeple İzmir Barosu olarak ‘Demokrasiye sahip çıkıyoruz’ dedik, sorumluluk aldık. Bugün tepki koymazsak, başka bir gün konuşmamızın hiçbir manası yok. Kendimiz için değil, geleceğimiz ve çocuklarımız için, o kararı verenlerin de çocukları için sesimizi yükselttik. Demokrasiye, çoğulculuğa, sandığa sahip çıkmaya karar verdik.

YSK’nın kararına Türkiye’de herkesten önce refleks gösteren ve ilk kıvılcımı yakan İzmir Barosu oldu. Olağanüstü bir toplantıyla ‘Demokrasi Nöbeti’ kararı aldınız. O gün ne hissettiniz tam olarak?

Bunu söylemekte bir beis yok diye düşünüyorum. O gün, ben evimde 7 buçuk aylık kızımla vakit geçiriyordum. Bu haberi alana kadar çok keyifli bir gündü ama gerçekten çok canımız sıkıldı. Hiçbir şey düşünmeye gerek kalmadı ve çocuğumu bırakarak Baro’ya geldim. Bütün yönetim kurulu arkadaşlarımızla olağanüstü bir yönetim kurulu toplantısı yaptık. Buralarda refleks göstermek çok önemlidir, biz bu bilinçle hareket ettik.

Klasik bir kınama metniyle de geçiştirebilirdiniz, ‘Demokrasi Nöbeti’ kararını neden aldınız?

YSK, seçime dair bir hukuki karar veriyor, dolayısıyla tam bizim meselemiz bu. Dikkat ederseniz, bir çekingenlik durumu hâkim, özellikle Türkiye Barolar Birliği’nin (TBB) bu çekingenlik haline bir anlam veremiyoruz. Olağanüstü yönetim kurulunda aldığımız kararlardan biri tüm Baroları ve Barolar Birliği’ni göreve davet etmekti. Bugün sessiz kalacak, politik sebeplerle, yarın kaygısıyla, siyasi istikbal kaygısıyla çeşitli tavırlar alınacak bir gün değil. Gerçekten samimi, demokrasiye sahip çıkılması gereken bir gündü. Biz bu yüzden hiç çekinmedik. Yuvarlak laflarla hukuki bir değerlendirme de yapabilirdik. Açıklamamızın ilk maddesi şu; ‘Bu karar tarih önünde hükümsüzdür’. Bu kararı vermiş olan 7 hâkimle, aynı meslek eğitiminden geçiyoruz. Bizim okuduğumuz hukuku, onlar da okudular. Verdikleri karar, hukukun evrensel ilkeleriyle asla bağdaşmaz. Bunu kendileri de adları gibi biliyorlar. Biz, en alt mahkemeden, en üst mahkemeye kadar bu çaresizlik halini görüyoruz. Yargı bağımsızlığında 129 ülke arasında, 123.sıraya gelmiş Türkiye. Önümüzdeki ülkelerde, Afrika ülkeleri var. Basın özgürlüğünden bile kötü durumdayız. Bunlar seçimle bağlantılı değil mi sizce? Birçok büyükşehir muhalefet bloğunun eline geçti. Peki orada insanlar, adil bir seçim süreci yaşayabildi mi? Mesela, Ekrem İmamoğlu’na, Mansur Yavaş’a ulusal basında kaç dakika, kaç sayfa yer verildi. Bu süreç, bu kadar zor koşullar altında kazanılan bir seçimdir. Sanki seçim öncesi ve seçim çok iyi koşullarda yapılmış gibi, bir de üste çıkarak muhalefet partilerini suçlar hale geldiler. Bu artık trajikomik bir meseledir. Ne söyleyeceğimizi bilemez hale geldik. Aynı zarfın içindeki dört oydan, üçü geçerli, biri geçersiz sayılırken, buna karar veren YSK hâkimleri bizimle aynı hukuku okuduklarından emin mi?

İktidar tarafı bu konu hakkında şöyle söylüyor; “Biz sadece büyükşehir seçimlerine itiraz ettiğimiz için YSK da sadece büyükşehir seçimini iptal etti. Yani YSK, itiraz edilmeyen bir şeye bakmaz”.

CHP’nin bu konu hakkında başvuruları var. Göreceğiz bakalım öyle mi, değil mi! Hukuk dediğiniz şey adalet içindir, biz artık bunu unuttuk. Hukuk, içinden cümleler seçip, kanunlardan cımbızla sözcükler çekip, onu da kendi işinize geldiği gibi yorumlamak değildir. Hukuk, adalet için vardır. Hangi yurttaş çıkıp, burada adil bir karar verildi diyebilir! Benzer itirazlar her yerde reddedildi, bunları unutalım mı şimdi!

Peki, bahsettiğiniz bu hukuksuzlukların ve milli irade gaspının hesabı nasıl sorulacak?

Bu kararı verenler hakkında biz suç duyurusunda bulunuyoruz. Ancak böylesi bir hukuk sisteminde sonuç alınabilir mi? Tabi ki bundan emin değiliz ama en azından tarihe bir çentik atmış olacağız. Bu hukuksuzluğu kabul etmiyoruz ve gerçek hukukçuların da bu ülkede var olduğunu göstermek istiyoruz. Bütün sorumlular, en azından tarih önünde yargılanacaklar. Biz bu suç duyurusunu alacağımız sonuçtan bağımsız olarak yapıyoruz. Ayrıca Türkiye’de, meselenin geldiği noktada demokrasi artık bir mücadele sahasıdır. Hukuki olarak bir şey yapıp yapmama meselesi de değil, bunu aşan bir vizyonla çalışmak gerekiyor.

Linç kültürünü bu topraklarda kurumsallaştırmak istiyorlar. ‘Herkesin Cumhurbaşkanı’ olması gereken bir siyasi lider, her gün birilerine ahkâm kesiyor, sosyal medyada ‘Her şey çok güzel olacak’ diyen sanatçılar fişleniyor, gazeteciler iş yapamaz hale getiriliyor. Bunun topluma yansımalarını nasıl değerlendiriyorsunuz, bu girdaptan nasıl çıkılır?

Biz de sorumluluk almayabilirdik, ama biz şimdi avukat arkadaşlarımızla İstanbul’a gideceğiz, sandıklarda İzmirli avukatlar olacak. Sorumluluk alanlar, böyle bir sistem altında aynı zamanda risk de alıyor demektir. Ama tam da başta söylediğim gibi bugün risk almayacaksak, başımıza ne geliyorsa hepsini kabul ediyoruz demektir. Dolayısıyla fişlemeler de tarihe not ediliyor. Bu sanatçılara yarın çocukları baktığı zaman, ‘Benim annem-babam hukuksuzluğa direnmiş’ diyecekler. Bunlar onurlu sanatçılar, biz de destek olacağız. Bizim birbirimize destek olacağımız hangi alan varsa orada birleşmek zorundayız. Özellikle, yerel yöneticilerimize sesleniyorum, bu sanatçılarımıza sahip çıkalım. Bir belediye başkanı çıkmış, ‘Bu sanatçılara bir daha konser verdirmeyeceğiz’ diyor. Dikkat edin hepsine, bunlar bilinmedik sanatçılar ya da belediyenin vereceği konser parasıyla ayakta kalan sanatçılar değil, kıymeti kendinden menkul sanatçılar da değil, gerçek sanatçılardan bahsediyoruz. O zaman İzmir’de, Ankara’da ve diğer tüm şehirlerdeki yerel yöneticiler destek olacak. Bu linç kültürü karşısında barışı, kardeşliği, birlikteliği dillendiren kim varsa sahip çıkmak mecburiyetindedir.

Türkiye’nin ekonomik ve siyasal alanda kaybedecek bir dakikası bile yokken, sürekli kısır tartışmalar içerisine giriyor. İktidarın yarattığı güvensiz ortam yüzünden doların 6 lirayı aşması, sıradan vatandaşlar olarak doğrudan bizi etkiliyor. Tam da bu sebeple, yaşadığımız her dakika aslında hak ihlallerine maruz kalmış olmuyor muyuz?

Hukuk dediğimiz şey, toplumların bir arada, barış içerisinde ve ekonomik anlamda refaha erişmesi için kullanılan sistemler bütünüdür. Biz bunu unutarak, kişisel geleceğimizi kurtarmak için hukuku kullanıyorsak burada bir yanlış var demektir. Hukukun amacı, toplumun barışıdır, refahıdır, özgürlüğüdür. Peki, seçim döneminde verilen kararlar bize bunları mı sağlıyor, yoksa bir kaos ortamını mı yaratıyor! İnsan hakları dediğimiz kavramın içerisinde pek çok alt özne var. Adil yargılanma, basın ve ifade özgürlüğü var, mülkiyet hakkı var. Bir ülkenin demokrasisi ne kadar iyiyse, o ülkenin kişi başına düşen milli hâsılası da o kadar yüksektir. Bunu sağlayan şey de, demokrasiden kaynaklı güven ortamıdır. Türkiye’de bir yatırımcının yatırım yapmasını sağlayacak güven ortamı var mı? Dolar yükseliyor işte, niye? Tam da insan hakları meselesi, seçme ve seçilme hürriyeti anayasal bir haktır. Sen bunu kurallarına uygun, evrensel standartlarda yönetemiyorsan, insanlar der ki, yatırım yapacağım ama yarın ne olacağını göremiyorum. Bu ülkeyi yönetenlerin, insanların cebinden çıkan her kuruşta sorumluluğu var. İnsan haklarının her alanda, tam anlamıyla uygulanması bizi medeni ülkeler seviyesine çıkaracaktır.

Çok teşekkür ediyorum bu güzel söyleşi için, son bir çağrınız var mı?

Biz umudumuzu kaybetmiyoruz. İzmir Barosu Yönetim Kurulu’ndaki avukat arkadaşlarıma çok teşekkür ediyorum ve gurur duyuyorum. İyi ki, böyle gerçek hukukçular var. Demokrasi Nöbeti’ne herkesi davet ediyoruz elbette. İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri’nden arkadaşlarımız geliyor, yurttaşlar geliyor. Herkesi Cumhuriyet’e, demokrasiye, seçme ve seçilme hakkına, insan haklarına sahip çıkmaya davet ediyorum.

Editör: Haber Merkezi