ASYA YAŞARİKİZ / İZ GAZETE – 701 sayılı KHK ile Dokuz Eylül Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü öğretim üyesi görevinden ihraç edilen Barış Akademisyeni Prof. Dr. Ayşen Uysal ile, yaklaşan yerel seçimler kapsamında, iktidarın dilini, ana muhalefetin vaat ettiği ‘baharı’, İzmir Büyükşehir Belediyesi adaylarını ve tüm bunların içinde ‘yurttaş’ kalabilmeyi konuştuk.

Yerel seçim sonuçlarından ne beklemeliyiz? Sonuçlar Türkiye siyasetinde yön değişikliği yaratabilecek mi?

Çok büyük bir değişiklik olacağını sanmıyorum. Karamsarım bu seçimlere dair. Tabiki öncesinde yaşadıklarımızla çok yakın ilişkisi var bu durumun. Bundan önceki seçimlerde son derece örgütlü bir şekilde hareket edilmesine karşın, ki örgütlülükle seçim sandıklarının korunması, oyların teslimi, sayımı, vs. konusundaki örgütlenmeyi kastediyorum, özellikle sivil toplum bu konuda etkili bir biçimde örgütlenmişti, siyasal partilerin bu konuda daha gevşek davranması ya da başta sıkı tutuyor gibi görünüp daha sonrasında ipin ucunu bırakmaları gibi nedenlerle tam bir fiyaskoyla sonuçlandı. Bunun temel iki etkisi var aslında. Birincisi, sivil örgütlenmelerin emeğini boşa düşürmek. Bu çok önemli, çünkü siyasal partilerin tutumu toplumdaki örgütlenme isteğinin, bir dava arkasında koşma isteğinin, hatta siyasallaşma arzusunun erimesine, hatta sona ermesine neden oluyor. İkincisi de, seçimler aracılığıyla sonuç alınamayacağına dair algının giderek perçinlenmesi gibi bir durum var. Bir taraftan seçimlerle sonuç alınamayacağına dair bir bezginlik hali var, diğer taraftan da toplumdaki diğer bütün kanalların kapalı olması nedeniyle giderek kendini muhalif olarak tanımlayanların üzerine çöken ağır bir hava var. Yani çaresizlik, bir şey yapamama… Bundan iktidar kadar, tutarlı bir tutum sergileyemediği için muhalefetin de sorumlu olduğunu düşünüyorum.

“O BAHAR ANCAK İKLİMSEL OLARAK GELEBİLİR”

24 Haziran akşamı unutulmuş gibi davranıyorlar…

Oysa kimse unutmadı. Bir yurttaş olarak beni çok sinirlendiren bir durum var. Önceki seçimlerde, haklı olarak, umut ve mücadele yükseltilmeye çalışıldı. Sanki demokratik bir ülkede yaşıyormuşuz gibi, iktidarın seçimlerde değişebileceğine dair bir algı geliştirildi ve bu çerçevede seçmenlere umut pompalandı. Ben bunu şöyle tanımlıyorum; Umudu yükseltip yükseltip sonra insanları yere çarpmak. Partilerin bu tutumu ile ahtapotu öldürme biçimi arasında bir benzerlik görüyorum ben. Öldürmek için alıp alıp yere çarpma. Sivil toplum örgütleri ve bazı partiler seçim sürecinde umudu yükseltti, işi ciddiye almayan partiler ise yere çaktı. Şimdi yeniden seçimler geldi ve önceki seçimde umudu yere çakan partiler seçmende yeniden umudu yükseltmeye çalışıyor. Bu, yurttaş olarak kendimizle dalga geçildiğini hissetmemize neden oluyor. Durum ortada, seçim güvenliğine dair başka hiçbir adım atılmamış, ama buna rağmen değiştirebiliriz, “Mart’ın sonu bahar” deniliyor. O bahar ancak iklimsel olarak gelebilir. Dünya, doğa üzerindeki olumsuz etkimiz nedeniyle onu da mahvetmiş durumdayız gerçi. Ama mücadele olmazsa siyaseten bahar gelmez. Ben tüm bu nedenlerden dolayı umutlu değilim. Değişim istediğimiz bir şey. İktidarın tüm tıkanmışlığına, siyasetsizliğine, yeni önerebileceği hiçbir şey olmamasına rağmen, muhalefetin olmayışı nedeniyle, bir değişimin olması çok zor görünüyor. Şeklen var olan ama özünde olmayan bir muhalefet söz konusu.

CHP’nin Mart’ın Sonu Bahar algı yönetimi ne kadar doğru?

“Mart’ın sonu bahar” güzel bir slogan tabiki. Normal şartlarda 24 Haziran öncesinde olsaydık bu bizi umutlandırıp biraz da hayal kurmamıza yol açabilirdi. Fakat içinde bulunduğumuz gerçeklikte çok da seçmene değdiğini düşünmüyorum. İfade olarak çok şık, umut yeşertmeye çalışan bir anlatım. Ama umudumuzun yükseltilip yükseltilip yere çarpılarak öldürülmesinden çok sıkıldık.

“DÜNYA YANSA CHP’LİLER ADAYLIKTAN BAŞKA BİR ŞEY KONUŞMAZ”

KHK’lar ve OHAL döneminin ürünü onca sorun varken CHP’nin aday belirleme telaşı ülkenin gündemiyle örtüşüyor mu?

Sonuçta sanki bu ülkede hiç OHAL ilan edilmemiş, binlerce insan KHK ile ihraç edilmemiş gibi davranıyor artık siyasetçiler ve toplumun büyük bir bölümü. Bunda şüphesiz ana muhalefetin ve diğer partilerin de payları var. Bir şekilde unutuldu. Zaten güya gündemde olduğu dönemlerde de ne kadar sahip çıkıldı ve bunun üzerinden mücadele yürütüldü? Aslında gündemden silinmeye çalışılıyor. Böylece binlerce işini kaybeden insan, yurtdışına çıkamayan insan toplum gündeminden tamamen düşmüş oldu. Zaten CHP’de her seçim dönemi az çok böyle işler. Şaşırtıcı olan bir şey yoktur bu durumda. Seçim dönemi oldu mu dünya yansa CHP’lilerin adaylık dışında konuşacağı bir şey olmaz. Parti yapılanmaları büyük ölçüde böyledir, ancak bunu en belirgin biçimde CHP’de görürüz. Tek gündemleri gerçekten de aday belirlemektir. CHP’nin sistemi meşrulaştırmadaki rolü göz ardı edilmemeli. Bu hak ihlallerine, yaşanan sancılara, haksızlıklara dair toplumsal ve siyasal hafızanın silinmesinde önemli bir rol oynuyor aynı zamanda.

AKP’nin yerel seçimi genel seçim gibi yönetmesi ötekileştirici/kutuplaştırıcı dili muhalefeti düşürdüğü bir tuzak mı?

Muhalefet başta o tuzağa düşmüştü ama son zamanlarda o tuzaktan çıkmaya çalışıyor. AKP’nin stratejisi çok net görülüyor aslında. Yıllardır hizmet üzerinden söylem üreten bir parti. Artık bu konuda söyleyebileceği çok bir şey yok. Özellikle de ekonomik kriz nedeniyle. O nedenle beka meselesini merkeze oturtarak aslında bu içine düştüğü açmazdan çıkmaya çalışıyor. Bir taraftan kendine yönelik bir boyutu var bu işin. Diğer tarafıyla da aslında muhalefet partilerinin elini kolunu bağlamaya çalışıyor. Çünkü her şeyin üstüne bir beka meselesi yerleştiriliyor, her şey teferruat haline geliyor böylece. Söz söyleyemez hale getirmenin bir stratejisi olarak karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla da hem kutuplaştırma siyaseti hem de yerel seçimleri genel seçimler gibi yönetmek birbiriyle son derece iç içe geçmiş birbiriyle ilişkili yöntemler. Biri diğerinden bağımsız değil. Mesele vatansa başka her şey teferruat kalıyor, bekaysa her şey teferruat kalıyor. Sürekli etrafı dört tarafı düşmanlarla çevrili bir ülke, beka tehdidi yaşayan bir millet. Bu mesele de sürekli gündemde tutularak hem ekonomik kriz hem işsizlik hem hayat pahalılığı gibi diğer tüm meseleler önemsiz kılınmaya çalışılıyor.

“KILIÇDAROĞLU’NDAN ERDOĞAN YARATMA…”

İktidar muhalefetin nasıl muhalefet edeceğini belirlemiş gibi… CHP bunu nasıl kırar?

Aslında öteden beri CHP’ye yapılan en temel eleştirilerden biri gündemi belirlemedeki kapasite yetersizliği. Bu aslında devam ediyor. Hala söylemi kuran iktidar partisi ve ona cevap yetiştirmek üzere kendini şekillendiren bir muhalefet var. Beka siyasetine karşı “vatan, millet, Sakarya” yarışına, kim daha milliyetçi yarışına giriyor mesela. Bunu kırmak gibi bir kaygısı olup olmadığından emin değilim. Önceki seçimlerde Muharrem İnce ile beraber bir süreliğine kırıldı bu, ondan sonra İnce de teslim oldu. Dengeler değişti, söylem üstünlüğü sona erdi. O günden bugüne de bir daha söylem üstünlüğü ana muhalefet partisine geçmedi. Bu seçimler süresince de geçeceğe benzemiyor ama niyeti var mı ondan da emin değilim. Çünkü CHP’yi yönlendirenler, karar alıcılar, danışılanlar(!) hep bir AKP takliti yapılırsa halk bundan hoşlanır ve iktidar ele geçirilir diye düşünüyor. Bu gerçekten acınılası bir durum. Bu nasıl bir toplum analizi, siyaset analizidir?! Bu beni bir siyaset bilimci olarak dehşete düşüren bir yaklaşım. Bu kadar aşikâr olan bir şey nasıl görülmez, nasıl bunun ardından gidilir… Son günlerdeki açıklamalara bakarsanız din tonu artmış açıklamalar ya da önceki seçimlerde görülen Kılıçdaroğlu’ndan Erdoğan yaratmaya dönük imaj çalışmaları… “Aslı varken taklidine kimse bakmaz” tespitini akıllarına getirseler bu yoldan gitmeyecekler. CHP kendi popülist liderini çıkarmaya çalışıyor ama malzeme yetersiz. Bu da maalesef taklitten öteye gidemeyen bir durum ortaya çıkarıyor.

AKP İzmirli bir aday yerine neden Denizlili eski bir bakanı İzmir’de aday gösterdi?

Aslında İzmirli bir aday aramış mıdır çok emin değilim. Çünkü bu seçimlerde AKP’nin güçlü birtakım isimleri belli noktalara yerleştirmek gibi bir kaygısı olduğunu görüyoruz. Çünkü bakanlık yapmış, meclis başkanlığı yapmış, devlet kaynaklarını kullanmasını bilen, dolayısıyla da gittiği yerlerde hem statü olarak korumadan faydalanacak hem neyi nasıl harekete geçirebileceğini bilecek, devlet geleneği içinde yetişmiş, yönetme deneyimi olan isimleri mobilize etme, onları harekete geçirme kaygısı içinde olduğunu görüyoruz. Toplumsal faktörlerden çok, devlet kaynakları ve güç ilişkileri üzerinden şekillenen bir karar verdiklerini düşünüyorum.

“HER SÖYLEMİ FALSOLU”

Peki, Zeybekci adaylığını iyi bir şekilde yürütebiliyor mu?

Zeybekci görünmüyor. Etkisi olduğunu düşünmüyorum. Fakat kentin merkezinde çok görünür olmaması özellikle daha çeperdeki yerlerde etkin çalışmadığı anlamına gelmiyor elbette. Bu yanıltıcı olabilir ama sonuçta bir İzmir seçmeni olarak baktığımda, görünür olmadığını, etkili olamadığını, söylemlerinin her defasında falsolu olduğunu görüyorum. Ama bu seçim kazanma ya da kaybetmeyi birinci derecede belirleyen bir faktör değildir. Dolayısıyla birebir çalışmaların nasıl yürütüldüğüne bakmak gerekir.

PASTA PAYLAŞIMI

CHP’nin yerelde sorunları neler? Tunç Soyer hakkında ne düşünüyorsunuz?

İzmir adayları geç belirlendi. Yüzeysel bir bakışla şu düşünülebilir; İzmir’de CHP güçlü, neden adaylar bu kadar geç açıklandı? Ama siyaset böyle işlemiyor, tam tersi güçlü olduğu, pastanın daha büyük olduğu yerlerde güç mücadeleleri daha çetin geçiyor. İzmir’de bunu çok net gördük. O güç mücadeleleri o kadar entrikalar, ayak oyunları biçimde işledi ki tek faktör bu olmamakla birlikte aday açıklamaları geçe bırakıldı. Bunun ortaya çıkardığı handikaplar var. Aslında bu geç açıklama, adayları biraz şaşkın yaptı. Hem seçimi kazandıklarında hangi kadrolarla çalışacakları, hangi planlar üzerinden ilerleyecekleri gibi meseleleri programlamaları bakımından, hem de aday listeleri tartışmalarına virgül koyup seçim çalışmalarında ilerlemeleri konusunda geç kaldılar. Ama kutuplaşmanın bu kadar belirgin olduğu bir dönemde İzmir’de bu sonuçları etkilemeyecektir. Belediyecilik konusunda Tunç Soyer’in Seferihisar’dan beri geliştirdiği ve büyükşehirde daha da geliştireceğini ortaya koyan bir bakış açısı var. Buna karşılık ilçe belediye adaylarının belediyecilik vizyonları pek de ortada değil. Daha küçük birimlerden uzaklaşarak CHP’nin kendisine baktığımızda AKP belediyeciliğinden hangi noktada farklılaşabileceklerini ortaya koyan bir söylemleri, politikaları olmadığını görüyoruz. Daha çok ihaleler, inşaatlar üzerinden şekillenen AKP belediyeciliğiyle paralel ilerlediğini ya da pasta paylaşımının buradan hareketle yapılmaya çalışıldığını görmek mümkün. En temel eleştirilerden birisi bu. Birincisi, yerel yönetimlerde iktidardan farkı ne? Bunu ortaya koymada başarısız. İkincisi de içe dönük aday belirleme süreçleri çok sancılı geçiyor, bu da politikaların belirlenmesinde ve seçim çalışmalarının yürütülmesinde sorun yaratıyor.

“SOYER, ÇOK SESLİ BİR İZMİR VADEDİYOR”

Tunç Soyer’in yaptıkları ortada. Beğenilen bir belediyecilik anlayışı var. Bunu özellikle de tarımsal üretim başta olmak üzere, üretim alanında gerçekleştirdiği projelerinde görmek mümkün. Çok sesli bir İzmir vadediyor. Türkiye’deki mevcut konjonktür düşünüldüğünde, her şeyin tekleştirilmeye çalışıldığı bir dönemde bu oldukça farklı bir söylem.

Elbette İzmir Seferihisar’a göre daha büyük bir ölçek. Benzer fikirleri daha da geliştirerek ve kapsamlı hale getirerek nasıl uygulayacağı önemli. Türkiye’nin geri kalanına göre oldukça farklı bir belediyecilik anlayışını ve vizyonunu ortaya koymaya çalışan bir aday olması bakımından, herkesin gözlerinin İzmir’e çevrilmesine neden oluyor. Soyer’e hem CHP’nin içinden hem de AKP’den çeşitli saldırılar oldu. Başarılı ve gelecek vadeden bir aday Tunç Soyer. Fakat, ister yerel seçimlerde ister genel seçimlerde olsun, aktif siyasette adayların hemen etrafının kuşatıldığını görüyoruz. Öyle bir kuşatma oluyor ki artık gerçeklikle yöneticilerin, siyasetçilerin bağı kopuyor ve sadece etraflarını çevreleyen duvarı görmeye başlıyorlar. Bu da en samimi yöneticileri bile çok farklılaştırıyor. Özellikle adayken ve seçildikten sonra tutumları farklılık arz etmeye başlıyor. Bu nedenle kimlerle çalışacağı çok önemli bir faktör. Kendisi gibi birileriyle çalışırsa ben başarısını sürdüreceğine inanıyorum. Ama işi çok kolay değil bu noktada.

“LAY LAY LOM HAVASINDA BİR SEÇİM”

Yurttaşlar seçimin adil yapıldığına inanıyor mu? 24 Haziran bardağı taşıran son damla mıydı? Muhalefet oylarına sahip çıkar mı?

Artık Türkiye’de kimsede seçim güvenliğine dair bir iç rahatlığı yok. Bu çok aşikâr. Son damla biraz belki radikal bir değerlendirme olur. Son noktanın gelmesi demek, kimsenin seçim sandığına gitmemesi demek. Böyle bir şey olacağını düşünmüyorum. Özellikle bunun yerel seçim olması nedeniyle. Yerelde ilişkiler her defasında yeniden şekillenir, yeniden inşa olur ve burada daha yüz yüze ilişkiler üzerinden gelişen bir seçmen davranışı da söz konusu olur. Genel seçim olsaydı katılım oranı düşük olabilirdi. Ama yerel seçim olması nedeniyle, 24 Haziran’ın doğrudan etkisini bu yerel seçimlerde çok görebileceğimizi düşünmüyorum. Gitmeyenler olacaktır ama bunun çok belirgin bir oran olarak karşımıza çıkacağını düşünmüyorum. Muhalefetin oylara sahip çıkabilmesi noktasında en ufak bir umudum yok. Seçim güvenliği, sandıktaki oyların korunmasından ibaret bir şey değildir. Bunu seçmen listelerinden tutun, oyların alınıp sayılması, sisteme girilmesi, öncesi ve sonrası süreçlerini kapsayan bir süreçtir. Sadece sandığın başında durmak seçim yolsuzluklarını engellemek için yeterli bir şey değildir. Özellikle Türkiye’de her seçimde daha da gelişen bir şekilde çoklu yöntemlerle seçim hileleri yapılıyor. Yani, tutanakların birbirine tutuyor olması seçim hilelerinin yapılmadığı anlamına gelmez. Bunun hala idrakına varamamış bir muhalefetle karşı karşıyayız. Fark edenlerin de sesini duyurmaya ve sistemi kontrol etmeye gücü yetmiyor olabilir. En başta CHP bunun bilincinde olmalı. En büyük sorumluluk onlara düşüyor. Ama ben hiç bunun ciddiyetinde olduklarını düşünmüyorum. Lay lay lom havasında bir seçime doğru ilerleniyor. Ama bu durum ve her seçim seçmenin hayal kırıklıkları devam ederse, bu temsili demokrasinin daha da katmerleşen bir krizi anlamına gelecektir ve giderek seçmeni sandık başına götürme konusunda daha fazla zorluk çekecekleri anlamına gelir. Ama böyle bir kaygısı var mı diye şahsen bana sorarsanız, bence ana muhalefete çoktan razı ve birtakım payları almaktan ötürü çok tatmin elde etmiş bir parti ile karşı karşıyayız. Bu nedenle seçim güvenliğinin partinin çok da öncelikli meselesi olduğunu düşünmüyorum.

TÜRKİYE’DE ‘YURTTAŞ’ KALABİLMEK

Bir yazınızda, “Hukukun, illiyet bağının, düşünce ve mantığın ‘out’, hukuk dışılığın/anti hukukun ve rabıtasızlığın ‘in’ olduğu bir dönemde siyasal katılımı mümkün kılmaya çalışma mücadelesi söz konusu olan. Bir yurttaş kalma mücadelesi” diyorsunuz. Peki bu şartlarda sandığı gitmek yeterli mi?

Demokrasilerde sandık yurttaşın siyasete müdahil olmasının tek yolu değildir, ama önemli bir yoludur. Özellikle 1950-60’lardan beri temsili demokrasinin daha da demokratikleştirilmesi yolları üzerine tartışılmaktadır. Özellikle de temsili demokrasinin yurttaşı edilgen kıldığı yönünde ciddi eleştiriler var. Temsili demokrasi, belli aralıklarla yapılan seçimler ve seçimden seçime yurttaşı etkin kılan bir sistem. Dolayısıyla biz doğru düzgün işleyen bir demokrasi inşa edeceksek, seçimler bu demokrasiyi inşa etmenin tek yolu değil. Yurttaşı aktif kılacak başka mekanizmaların devreye sokulması gerekir. Demokrasi denilen sistemde zaten bu mekanizmaların mevcut olması gerekir ve bunları işler kılmak önemli. Örneğin; Türkiye’de örgütlenmenin kötü bir şey olduğu lanse edilir. Ama hayır, örgütlü bir toplum demokrasinin olmazsa olmazıdır. Yani demokrasi ancak örgütlü bir toplum üzerinden inşa edilir. Bunu söylemlerinde baskın hale getiren bir tek muhalefet partisi var mı? Aksine iktidarın kötülediği örgüt ve örgütlenme kavramlarının kötülenmeye devam edildiğini görüyoruz. Sadece Türkiye’de değil başka ülkelerde de iktidarlar özellikle kolektif hareketler üzerinden inşa olan muhalefet hareketlerine hep mesafeli durup onları gayri meşrulaştırmaya çalışmışlardır. Nitekim Türkiye’de de iktidarın yaptığı şey budur. Bir başbakan çıkıp “Hak arama sokakta olmaz” der. Başka gayrı meşrulaştırma yöntemleri de kullanılır eylemlere, protesto gösterilerine ilişkin. Bir muhalefet partisi de çıkıp “hayır, sokak meşrudur. Kolektif eylemler meşrudur. Bunlar hak arama yöntemleridir” çizgisinden ilerleyerek bu ülkede muhalefeti güçlendirmeye çalışmaz. Türkiye tarihi boyunca bakıldığında herhalde en geri noktalardan birindeyiz. Kolektif eylemler neredeyse tamamen bertaraf edilmiş durumda. Kolektif hareketler, yurttaş inisiyatifleri şeklen var ama etki doğurma açısından ya da sesini çıkarma açısından tamamen edilgenleştirilmiş durumda. Seçimler, aslında başka Ortadoğu ülkeleri için söylendiği biçimiyle, otoriterliği, otoriter sistemi yeniden üretmenin bir aracı haline getirilmiş durumda. Seçimler zaten bir süredir bunu sağlıyor, ancak özellikle 15 Temmuz sonrasında, iktidar sokak siyasetini de otoriterliği yeniden üretmenin aracı haline getirme çabasında. Sokağın öteden beri müdavimi olanlara sokağı imkânsız hale getirerek, sadece kendi yandaşlarının sokakta yer almasını mümkün kılarak sokağın hakimi olma yönünde de önemli adımlar atmış durumda.

DUYGUSAL KIRILMA…

Yurttaşlık sorunu ortaya çıkıyor galiba?

Hepimizin ortak sorunu; artık bu ülkede hiçbirimiz kendimizi yurttaş olarak görmüyoruz. Bu çok önemli bir duygusal kırılma ve kutuplaşmanın yarattığı en temel etkilerden birisi de, yandaş olmayanın artık bu ülkede yerinin olmadığını düşünmeye başlanması. Bu çok önemli bir duygusal kırılma.

Yerel seçimlerde kullanılan ötekileştirici dilin toplumsal yansıması nasıl olacak?

Birincisi, artık insanların giderek kendilerini bu ülkede yurttaş olarak hissetmemeye başlaması hatta can güvenliğinin, huzurunun olmadığını düşünüp başka ülkelere gitmeye başlaması. Türkiye’de özellikle son yıllarda yurt dışına giden sayısında ciddi bir artış var. Yani umutsuzluğu arttırıyor toplumun büyük bir bölümünde. Ülkede yaşam alanları da “mahallelere” ayrılmış durumda. Ben geçenlerde Finlandiyalı bir gazeteciye röportaj verirken söylemiştim; aslında günlük yaşamda, tabiki İzmir’de olmak bunu daha fazla mümkün kılıyor ancak, ben AKP’ye oy veren insanlara çok da temas etmiyorum. Bu benim çok korunaklı bir yerde yaşadığım anlamına gelmiyor. Zaten öyle bir yerde de oturmuyorum. Ama o kadar ayrışılmış durumda ki, çoğumuzun yolları artık “karşı mahalle” ile kesişmiyor, oralardan geçmiyor. Gittiğimiz, geldiğimiz yerler farklılaşıyor. Bu tür sıkıntılar var. Özetle yaşam alanlarının farklılaşması, giderek ayrışması gibi bir durum var. Ve aslında iki blok olarak ayrılmak da, her bloğun siyaseten ve toplumsal olarak kendi içinde hapsolması anlamına geliyor.

Editör: Haber Merkezi