Bugün pazar alışverişinden kiraz, kayısı, erik ve yenidünya ile döndük. Ben de eskiye döndüm istemeden. Balkondan çocukluğumun İzmir’ine bakarken daldım. 30-35 yıl öncenin Karşıyaka’sı erik, kiraz, dut, kayısı ağaçlarının olduğu bahçelerle doluydu. Sokaklar geniş, evler 2-3 katlıydı. Sahilde denizi gören balkon ve teraslı evler henüz pimapenle kapatılmamıştı. Toplu taşıma az ama zahmetsizdi. Okula, işe bisikletle gidilir, parklar çok olmadığı için boş arsalarda top koşturulurdu.

Erik ve çağla sevmedim ben hiç. Neredeyse hayatımda hiç yemedim diyebilirim. Ekşi tadı bende hep kötü bir his uyandırırdı. Hala da öyledir. Erik ağaçları daha çoktu diğerlerine göre. Ve mahallenin çocuk çetesi olarak, sık sık, alt/üst/komşu mahallelerin erik bahçelerine sefer düzenlerdik. Bisikletlerle yapılan bu seferlerin sonunda mahalleye ganimetle dönülürdü tabii. Önceleri ben topladığım erikleri diğerlerine verirken, bir gün toplanan tüm erikleri bir yerde biriktirip oradan paylaşmayı akıl etti birimiz. Yukarıdaki dallara tırmanmayı başarabilen ve daha cesur savaşçıların ganimetlerini daha eşit ve adilce paylaşmayı öğrendik böylece. Ağaçlara tırmanamayan kız çocuklarını gözcü yapmayı, daha kısa boylu olanlarımızı bisiklet başında bekletmeyi, ganimeti her seferinde birimizin paylaştırmasını, yeni bahçeleri keşfetmek için ön birlikler oluşturmayı böyle böyle öğrendik. Herkes kendince bir şeyler yapıyor, herkes adilce kazanıyordu bu çocuksu maceranın meyvelerinden.

Bisikletlerimizin şifreli kilitleri vardı. Ama bu erik çeteciliği bize onları da ortak kullanmayı öğretmişti. Kilitler, dışarıdan hırsızlıklar için bir tedbirdi ve hepimiz birbirimizin bisiklet şifrelerini bilirdik. Bisikleti olmayan ya da tekeri patlamış arkadaşlarımız da bu yolla bu keyiften hiç bir zaman geri kalmadı böylece. Örneğin, toplarımızı eve çıkarmaz, apartman boşluğunda bırakırdık ki isteyen, topu olmayan, topu balkona kaçmış ya da topu bir komşu teyze tarafından kesilmiş herhangi mahalleli çocuk istediği zaman oynayabilsin.

Birbirimizin kanayan dizlerini pansuman etmeyi öğrendik. Birimizin yerine onun ailesine yalan söylemeyi göze aldık. Yan yana ve birlikte büyüdük. Dayanıştık.

***

Nereden mi geldi aklıma bu çocukluk günleri? Anlatayım o halde bana o günleri çağrıştıran şeyi.

İzmir Dayanışma Gönüllüleri ve parçası olmaktan hep gurur duyduğum İz Gazete’nin öncülüğünde yapılan kampanya ile on binlerce eve, yüz binlerce İzmirliye ulaştık. Bu zor günlerde, yukarıda anlattığım çocuklar gibi eriklerimizi paylaştık komşularımızla, ağaçtan düşüp dizini kanatan bir arkadaşımızın koluna girip kaldırıma oturttuk. Harçlığı ile bisikletinin patlamış lastiğini tamir ettiği için teneffüste simit/ayran alamayan arkadaşımıza ‘gevrek’lerimizi böldük verdik.

Bütün İzmir’in büyük bir gönüllülükle katıldığı bu kampanya, İzmir’in hatta Türkiye’nin dışına taştı. Herkes, ne yapabilirim diye sordu birbirine. Her katkı çok değerliydi. Ama yazmadan edemeyeceğim bir şey vardı ki 1500 kişiye iftar yemeği alarak dayanışmaya katılan Rum Patrik…

Bizi bize bıraktıklarında, dil, din, ırk, etnik köken, sınır vs. ayrımı dinlemeden birbirimizle ne büyük bir dayanışma içinde olduğumuzu gösterdik tüm ülkeye ve hatta Dünya’ya.

Keşke bu dayanışma, İzmir’den taşsa ve ülkenin her bir bucağında başka karşılık bulsa. Keşke herkes bu sıcaklığın bir parçası olsa. Keşke herkes, asla yalnız olmadığını bunu deneyimleyerek bir kez daha anlasa.

***

Tüm bunları düşünüp yazarken, keşke dedim içimden dünyayı verseler çocuklara, buralar hep böyle ve daha yaşanılır olmaz mıydı?

Dünyanın bütün güzel çocukları barış içinde yaşasın. Dünyanın bütün insanları dayanışma içinde olsun. Pandeminin panzehri budur: Dayanışma.