Ekonomik krizin ortaya çıkardığı fatura salgının ilerlemesiyle daha da büyüyor. Geniş halk kitlelerinin içinde bulunduğu işsizlik ve yoksulluk derinleşiyor. Üretime değil paradan para kazanmaya dayalı ekonomi kendi sınırlarına dayanmış durumda. Üretmeden tüketen, kazanmadığı parayı harcayan bir anlayışın varabileceği başka yer de yok. Gelir dağılımındaki adaletsizlik kabul edilemez boyutlara ulaştı. Üretilen tüm gelirin %43’ü nüfusun sadece %1’ine gidiyor. En zengin kesimle en yoksul kesim arasındaki gelir uçurumu büyümekte.

Korona salgınının birinci dalgasını dahi bitiremeyen Türkiye sonbahar ile birlikte gelmesi beklenen ikinci dalgaya; ekonomisi krizde, siyasi iktidarı yıpranmış, toplumsal bağları zayıflamış halde giriyor.

Tablonun parlak olmadığı ortada ancak karamsar olmanın zamanı değil. Bu kötü koşullardan çıkma potansiyeline sahibiz ve bu potansiyeli nasıl ortaya çıkaracağımızı düşünüp tartışmak zorundayız.

Siyasi iktidar uzunca bir süredir, içinde bulunduğumuz tablondan çıkma yollarını konuşmak yerine toplumu geren veya gündemi değiştirme çabasından öte anlam taşımayan tartışmalarla uğraşmakta. ABD başkan yardımcısının 10 ay önce yaptığı konuşmayı bugün yeniden gündeme getirmenin de ekonomik sorunları bekârlara bağlamanın da, ülkenin ekonomik olarak ‘uçuşa geçtiğine’ dayanak olarak buzdolabı satışlarını sıralamanın da başka anlamı yok.

Toplumsal zeminini ve üreten kesimlerden desteğini önemli ölçüde kaybetmiş iktidardan çözüm için adım atmasını beklemek boşuna. Siyasi iktidarın sebebi olduğu ve çözümlemediği ekonomik krizin yarattığı bozulmayı çözecek olan politikaları üretme görevi toplumsal ve siyasi muhalefete düşüyor. Gündemi saptırma çabalarına aldırış etmeden çözüme odaklanmak gerekiyor.

İzmir ölçeğinde de durum aynı. Yaşanan ekonomik kriz ülkenin diğer şehirlerine göre daha iyi gelire ve yaşam koşullarına sahip İzmir’i de ciddi şekilde etkiliyor. Üretimi düşen, işsiz sayısı artan, geliri azalan, yoksullarının daha da yoksullaştığı bir şehir haline geliyoruz. Sosyal hizmet faaliyetlerinin daha da önem kazanacağı günler önümüzde duruyor.

İzmir tarım ve turizm alanlarında güçlü bir üretime ve büyük bir potansiyele sahip. Bu üretimi daha da arttırmak, tarıma ve turizme dayalı kalkınma konusunda yeni adımlar atmak gerekiyor.

Yaşanan salgının gerektirdiği şekilde turizmi kalabalık otellerden çıkarmak, çeşitlendirmek ve tüm İzmir’e yaymak için yöntemler geliştirmeliyiz. UNESCO Dünya Kültür Mirasının iki önemli parçasına (Efes ve Bergama) sahip İzmir’in turizm etkinliklerini yaz turizminin ötesine geçirmek için daha çok çalışmalıyız.

Tarımda üreticiyi hangi ürünü, ne zaman, ne miktarda ve nasıl üreteceği konusunda bilgilendiren, ürettiği ürünün tüketiciye en az aracıyla ulaşmasını sağlayan modelleri bulmalıyız. Üretici ve tüketici kooperatifleri modelini geliştirmeyi, bunlardan hareketle yeni yöntemler bulmayı tartışmalıyız.

Velhasıl üretimi arttıran, üretimden kaynaklanan gelirin üreticide kalmasını sağlayan hizmet modelleri bulmak, var olanları geliştirmek zorundayız.

Genel siyaseti de yerel siyaseti de sadece laf üretmenin, rakibine karşı ‘lafı gediğine koymanın’ ötesine geçirmek, ülkenin ve İzmir’in temel sorunlarına kafa yormak gerekiyor. Yaşadığımız yoksulluğun da gelir dağılımındaki bozulmanın da kader olmadığını unutmadan, yoksulu daha yoksul zengini daha zengin yapan bu düzeni değiştirmek için daha çok çalışmalıyız.

Tüm bunları başarmak için umudumuz da gücümüz de enerjimiz de mevcut. O nedenle yüksek sesle ve inançla söyleyelim: Başaracağız!