Hayal gücü ve fantazi kavramlarına o kadar büyük anlamlar yüklüyoruz veya onları o kadar görmezden geliyoruz ki gündelik hayatın sıradanlığı içindeki sıradışılığı ve tuhaflığı ıskalıyoruz. Bu kavramlar her birimizin “normal” nitelendirdiği olay ve olguların içinde görülmeye başladığında başka bir büyüklüğe kavuşuyor bir taraftan.

Gerçek olmayanın ya da gerçek olamayacak olanın saçma ve gereksiz bulunması genel bir tutum. Bazı insanlar bu tutum sebebiyle fantastik edebiyattan uzak durur, fantastik roman ve filmleri daha çocuklara yönelik olarak algılar. Ne de olsa çocukken hayal gücümüzü geliştirmemize destek verilir, hele onu serbest bırakmamız memnuniyetle karşılanır. Büyüdükçe bize bir şeyler olur ve hayal gücü küçümsenir, hayal gücünü konuşturan kişi mucit değilse çocuk kalmakla bile itham edilebilir.

Ursula K. Le Guin bir denemesinde fantazinin kesinlikle hakiki olduğunu söylerken yetişkinlerin fantaziden korkma sebebini şöyle dile getiriyor. Yetişkinler, “Fantazideki hakikatin, yaşamaya mecbur edildikleri ve kabullendikleri hayatın sahteliğine, kofluğuna, gereksizliğine, sıradanlığına karşı bir meydan okuma, hatta tehdit oluşturduğunu bilirler. Ejderhalardan korkarlar, çünkü özgürlükten korkarlar.”

Fantastik edebiyat gerçek olamayacak bir dünyanın gerçekliği üzerine kurulur. Okurla kurduğu bağın derinliği ise, okuyan kişinin gerçeklik algısıyla, kendini kendi gerçeğinden ne kadar uzaklaştırıp uzaklaştıramayacağıyla alakalı olarak değişiklik gösterir. Bu açıdan baktığımızda fantezi, sıradışıdır.

Peki, fantastik edebiyatın dışına çıkıp düşünürsek edebiyat sıradan karakterlerin sıradışı hikâyelerini anlatmaz mı genel olarak? Bir durumun bir edebi metin olabilmesi için dil ve kurgu ile birlikte o karakterin normal gününden farklı bir gün yaşaması gerekir ki o hikâyenin anlatılmasının bir nedeni olsun.

Normal günün sıradanlığı içinde “farklı” olanı “sıradışı” olan ile değiştirdiğimizde ise karşımıza tekinsiz diyarlara açılan bir kapı çıkıyor. Bu tekinsizlik bazen o kapıyı açtığımızda karşımıza ne çıkacağını bilmememizden kaynaklanıyor, bazen göreceklerimizle yüzleşmeye hazır olup olmadığımızı bilmememizden, bazen de aynı Ursula’nın dediği gibi özgürlük korkumuzdan… Kimi zaman da içimizdeki yargıların, katı sütunların, yenilmez ve sarsılmaz bildiklerimizin – yani normalimizin sarsıntısından hoşlanmadığımızdan…

Genç kuşak Arjantinli öykü ve roman yazarı Samanta Schweblin normallik kavramıyla meselesi olduğunu bize anlatan öykülerinde (Ağızdaki Kuşlar, Can Yayınları, 2018) bizi vahşi bir tekinsizlikle karşı karşıya bırakıyor. Bir söyleşisinde “En iyi bağları tasa, affedicilik ve ötekinin sizden tamamıyla farklı olduğu kabulü üzerinden kurarsınız. Normallik düşüncesi bizi birbirimizden ayırır” derken tekinsizliğin temelini gerçeklikten aldığını da ekliyor. O gerçeklik birçoğumuzun “normal” diye tanımlayacağı şey aslında…

Hayattaki ilişkilerimizi düşündüğümüzde, en doğal, en sıradan ilişkilerimiz hep en etkili olanlar, en çok iz bırakanlar değil midir yaşam hikâyemizde? Anne ve babamız, kardeşlerimiz, sevgililerimiz, çocuklarımız ile kurduğumuz ilişkiler, yaşam biçimimiz, toplum standartlarımız, kabul ettiklerimiz, gelenek ve göreneklerimiz, gündelik hayatta izlediğimiz şiddet, şiddet şekilleri; isyan edenleri olsa da genel olarak kabul edilmiş ve normal görülmüş değil midir? Farkına varıp karşı çıkanlar veya çarktan çıkanlar dışında tuhaflığını sezinlemez bile “normal” diye yaşayıp giden… “Tolere edilebilir” şiddetlerle karşılaşırız sonra…

Samanta Schweblin’in öyküleri gücünü gerçekliğin saptığı alışılmadık ve tuhaf yollardan alıyor. Son derece gerçekken bir anda sanki fantaziye kayıyor; ama hayır, fantazi değil, “Olanlar bir bakıma gerçekten de böyle olmuyor mu?” diye sorduruyor insana. Ben edebiyatın bu çarpan yönünü ayrı seviyorum.

Bir ormana girmiş, ses çıkarmadan çalıları yarmaya çabalarken ayağına neyin dolanacağını bilmediğin, bastığın yerin çöküp çökmeyeceğinden emin olamadığın vahşi bir tekinsizlik duygusuyla ilerlerken duyduğun sesler ve gördüklerin hoşuna gitmeyebiliyor. Normale sığınarak kaçmaya çalıştığımız tekinsizlik bir yerden tanıdık geldiği için birilerini iterken birilerini çekiyor. O tekinsizlik bizim tekinsizliğimiz, bu sebeple karşılaşması epey sarsıcı olabiliyor.