“II. Dünya Savaşı sonunda Camus insanların durumunu şöyle tanımlar :  “Eksik de olsa, mantık yoluyla tanımlanan bir dünya herkesin bildiği dünyadır. Ama tüm inançların yok olduğu bir dünyada insanlar kendilerini yapayalnız hissederler. Bu çaresi olmayan bir sürgündür; çünkü insan yitirdiği anavatanının anıları yanı sıra gelecekteki bir vatan için de hiçbir umut besleyemez. İnsanın yaşamından bu kopmuşluğu, oyuncunun sahnesini yitirmişliği ise bir uyumsuzluk duygusu getirmiştir insana.” 

Depremler, savaşlar, yersiz yurtsuz bırakılan insanlar, kıyıya vuran çocuk bedenleri. Tükenen umutlar… Ve korku…

Bir acıyı hafifletemeden yeni acılar ekleniyor günümüze. Yaşanan felaketler karşısında durup düşünmeye fırsat bulamadan yeni bir felaket ile karşı karşıya kalıyoruz.

Doğa var gücüyle haykırıyor insanlığa: “Beni rahat bırakın, ağaçlarımdan, denizlerimden, göllerimden, koynumda beslediğim savunmasız canlılarımdan uzak durun. Siz benim canımı yakarsanız ben de kendimi savunmak zorunda kalırım.”

Onun bize yolladığı çoğu mesajı göremedik. Ya da görmek insan evladının işine gelmedi.  Gündelik telaşlarımızın içinde kim olduğumuzu bile unutmuşken, belki de durup düşünecek, fark edecek vaktimiz olmadı.  

Şimdilerde ise, evlerimizde beklemeyi, yavaşlamayı, kendimiz dışında insanlara da hassas olmayı öğrenmeye çalışıyoruz. Umarım öğrenebiliriz. Korona virüsünün yaratmış olduğu kaygı, korku ve tedirginlikle geçen bekleme sürecini, kendimize, vicdanlarımıza dokunarak geçirebilsek ne güzel olur.

Kötü günler geçince unutmasak keşke; paranın tek başına hiçbir işe yaramadığını, dünyanın dengesi bozukken, hırsın, egonun, kötülüklerin, ne kadar anlamsız olduğunu…

Birimizin yapacağı düşüncesizce bir hata, bizim dışımızdaki diğer insanlara zarar veriyorsa, sadece kendimizden değil, diğer insanlardan da sorumluyuz. Aslında herkes öncelikle kendinden sorumlu olabilse, başka insanlara karşı sorumluluğunu biraz da olsa gerçekleştirmiş olur. Bu süreçte birbirimize organik bağlarla nasıl bağlı olduğumuzu da görmüş oluyoruz. Bu günlerin bir dayanışma ruhuna ihtiyacı olduğunu kimse inkâr edemez.

Sosyalleşmeye bir süre ara vermek, bencil olmamak ve sakin kalmak dışında elimizden çok fazla şey gelmiyor. Unuttuğumuz ne varsa hatırlama vakti belki de… Dostluğu, paylaşımı, iyiliği, sağlığı, kendimizi…

Bir yandan dünyanın salgınla verdiği mücadelenin gerginliği, öte yandan başka insanların hayatlarını riske atma pahasına insanların karantinadan kaçma girişimleri… Ortaya tam bir kara komedi çıkıyor.

Hem kendi sağlığımızı, hem de başkalarının sağlığını korumak için evlerimizde beklemek zorunda kalırken, diğer yandan da hayatta kalmak için para kazanma kaygısı taşımak… Belirsizliğin yaratmış olduğu gerginlik ve stres inkâr edilemez. Stres ise sağlığımızın en büyük düşmanı…

“Tüm inançların yok olduğu bir dünyada insanlar kendilerini yapayalnız hissederler.”

İnanmak zorundayız güzel günlere. Hayatta kalmak için umudumuza tutunmak zorundayız…

Son günlerde dilimde; Nuh Köklü ’nün sözleri :  “Ne olur bu bir rüya olsun…”

Ne olur bu günler bir rüya olsun!

Uyandığımızda bahar gelmiş olsun. Çocuklar sokaklarda oyunlar oynasınlar. Hiçbir çocuk ölmesin. Silahlar dünya üzerinden kaldırılmış olsun…

Dört bir yanda şarkılar söylensin. Yaşlılar gençler el ele dans etsinler…

Kimse ihtiyacından fazlasını almak için savaşmasın. Çocukların cansız bedenleri kıyıya vurmamış olsun. İnsanlar yersiz yurtsuz bırakılmamış olsunlar…

Ormanlar yanmamış, canlılar yok olmamış, göllerimiz kurumamış olsun…

Yaşamak için ölmek zorunda kalmasın kimse.

Barış, kardeşlik, aydınlık ve sanatla iç içe bir bahara uyanalım…

Tiyatro sahnelerimizin hiç kapanmadığı, seyircilerle dolup taştığı  günlere uyanalım… 

Umut dolu bir bahara uyanalım…

Yaşanan kötü günler ne olur bir rüya olsun!