Politik gelişmeler, ülkenin yapısal sorunları ile birleşince, halkın yaşadığı sıkıntılar öylesine kronik bir hale geldi ki, bu durum egemenlere çözüm dayatıyor. Düğüm sıkılaştıkça, sermaye grupları arasında cereyan eden çelişki ve çatışma dinamikleri; sadece partilerin birbirine karşı değil, kendi içerisinde de kliklerin ortaya çıkmasına zemin hazırlıyor. Deva, Gelecek, Memleket, Zafer, İyi Parti gibi partilerin doğuşu da gelişen “kronik” durumun bir sonucu olarak ortaya çıkıyor.
 


Düzenin bekçiliğinin bir devamı olarak rant elde edebilmek için tüm olası ittifaklar deneniyor, görünürde bir araya gelemeyeceği düşünülen isimler el sıkışıyor. Ö
rneğin, Doğu Perinçek, Metin Feyzioğlu, Nedim Şener derken, Ergenekon davası ile hatırlanan CHP İzmir Milletvekili Mehmet Ali Çelebi de AKP ve küçük ortağının tek adam rejimine dayanak, rejimin de kendilerine dayanak olması umuduyla yaptıkları iş birliğini açıkça gösteriyor.

Muhalif veya iktidar partileri içerisinde oluşan zikzaklardan biri de AKP Şanlıurfa Milletvekili Ahmet Eşref Fakıbaba’nın istifası ve İyi Parti’ye katılımıyla bir kez daha kendisini gösteriyor.

Halk için ise durum içinden çıkılamaz, patikalarla ve zikzaklarla dolu bir girdaba dönüşüyor. Oy verdikleri veya savundukları partilerden çıkan yeni partilere veya oyları ile seçilmiş milletvekillerinin safları değiştirmesine anlam veremeyenler, durumu ‘döneklikle’ açıklamaya çalışıyor. ‘İnanç ve düşüncesini değiştiren’ anlamına gelen ‘döneklik’, aslında mevcut durumu açıklamaktan çok girdabı derinleştiriyor. Çünkü ortada ‘inanç ve düşüncenin değişimine’ dair bir ibare bulunmuyor.

KAPİTALİZM, DEVLETÇİLİK VE TÜRK-İSLAM SENTEZİNİN YENİDEN ÜRETİMİ!

Düzen partileri içerisinde ortaya çıkan ittifakların, ülkenin kapitalist kuruluşunun temel parolalarına yani ulusalcılık, devletçilik ve Türk-İslam sentezinin yeniden üretiminden başka bir hizmeti bulunmuyor. Durum böyle olunca ortada bir döneklik yok ancak temsil ettikleri sermaye çevrelerinin ve doymak bilmez iştahlarının sonucu cereyan eden çatışma ve ittifak var. Salim kafayla düşünecek her işçi ve emekçinin anlayacağı bu durumun daha iyi anlaşılması tarihin irdelenmesiyle de mümkündür.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun en önemli temellerinden biri hiç tartışılmaz 1908 devrimidir. 1908 Devrimi, esas olarak uluslaşma sürecinin tamamlanması ve halkı yoksullaştıran saray politikalarının tasfiyesine dayanmaktadır. Aydınlar ve geniş halk kesimlerinin büyük rol oynadığı 1908 Devrimi ve sonrasında, en büyük güçlerden biri de İttihat ve Terakki hareketiydi. İttihat ve Terakki hareketi sarayın yeniden ayağa kalkamayacağını gördükten sonra ‘millî iktisat' siyaseti ile sarayın tasfiyesini kabul ederken, yoksulluk politikalarının devam ettirilmesi üzerine kapitalist sistemi inşa girişimlerinde bulunarak, halkın yoksulluğa karşı ortaya çıkardığı mücadeleyi boğma yoluna gitti.

Özellikle 1912 yılından sonra Türk milliyetçiliğinin ekonomi politiği esas alınarak, rotayı belirleyen İttihat ve Terakki hareketi, dinen Sünni İslam ve Türk milleti dışında hiçbir azınlığı kabul etmemiştir. O günden bugüne üretilen politika ve iktidar aygıtları, düzen partileri de Türk-İslam sentezini yeniden üretmek dışında bir programa sahip olmamıştır.

BULUŞULAN ROZET: TÜRK-İSLAM!

Tam da bu nedenle Türkiye tarihinin son 100 yılı, Türk-İslam sentezinin inşası ve kurumsallaşması ile geçildi denilirse abartılmış olmaz. Kendileri ve çevrelerinin ranta ulaşması, pastadan pay kapma dışında çok da programatik farklılıkları olmayan düzen partileri; ulusalcı, milliyetçi, dinci propaganda ile işçi ve emekçilerin birleşmesine karşı her zaman bir arada durmaktan da geri kalmamışlardır. Kimin eli kimin cebindedir meselesi aslında gün gibi ortadadır. Ulusalcılar, milliyetçiler veya dinciler söz konusu halklar, işçi ve emekçiler olunca birbirine rozet takmaktan, el sıkışmaktan ve kucaklaşmaktan da geri durmazlar.

6-7 Eylül Pogromu, 90’lı yıllarda ortaya çıkartılan kontrgerilla, Sivas katliamı gibi daha sayamayacağımız nice katliam da esas olarak Türk ve İslam’dan olmayanın tasfiye edilmesi fikrine dayanıyor.

Türk-İslam sentezi bazen ‘ulusalcılık’ bazen ‘Kemalizm’ bazen ‘muhafazakarlık’ bazen ‘antikomünizm’ hatta ve hatta bazen de ‘solculuk’ kisvesiyle kılık değiştirmiştir. Geçtiğimiz haftalarda AKP’ye geçişi sırasında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, ‘Kaç çocuğun var?’ diye sorduğu Mehmet Ali Çelebi’ye “Çocuk çok önemli. Bak PKK’nın 5 tane, 10 tane, 15 tane var” sözleri tesadüfen söylenmiş olamaz. Aslında çıkan fotoğrafta tek bir rozet olduğu onun da Türk-İslam sentezi olduğu anlaşılırdır.

BAZEN ÜÇ BAZEN BEŞ ÇOCUK MESELESİ…

Çünkü ‘bazen üç bazen beş çocuk’ meselesi bir takıntının ürünü olmaktan çok tarihsel kodlarını da bağrında taşımaktadır. Ülkenin kuruluşundan bugüne uygulanan nüfus politikaları pratiği ve Necip Fazıl gibi ‘aile’ ve ‘nüfus’ politikalarını ideolojisinin temeline oturtan birini öğretmeni olarak gören AKP ve ulusalcılar tarihsel olarak kader ortağıdır. Uyku saatlerinin belirlenmesinden, alkolün yasaklanmasına, basın-yayından tiyatroya kadar devlet kontrolü altına alınmasını savunan Necip Fazıl’da da gençliğin yetiştirilmesinin ana hedefinin başta İslam olmak üzere ulus politikaları olduğu görülecektir.

Bir tarafta fetihçilik, bir tarafta güçlü ulus gibi argümanlarla ortaya çıkan ulusalcılar ve muhafazakârlar dönem dönem birbirine karşı gibi görünse de karşıtlıkları rant paylaşımı, iktidar aygıtının elinde tutulması veya kazanılması üzerinedir. Egemenler yani burjuvazi, kendi egemenliğini sürdürmek ve işçi sınıfı başta olmak üzere hakları zapturapt altına almak için baskı ve şiddet yöntemlerini devreye sokacağı zaman bu birbirinden farklı kesimlerin kucaklaştığı çoğu kez deneyimlenmiştir. Ulusalcılar, milliyetçiler ve muhafazakârlar; uluslara karşı, kendi ulusunun çıkarlarının önemini abartan, başka inanç veya inançsızlığa karşı kendi dininin rolünü abartarak; ulusalcı ve dinci kodları, işçi sınıfı ve tüm halk kesimlerinin gerçeğe ulaşmasını engellemenin aracı olarak kullanır.

Her seçim döneminde olduğu gibi düzen partileri, seçmen avına hazırlanmaktadır. Bu hazırlık aralarında basit bir rekabetten çok çatışmaya dönüşeceğinin de ibarelerini taşımaktadır. Bu çatışma çok rozet, çok kucaklaşmayı ancak beraberinde ayrılıkları da getirecektir. Halkların tarihi de göstermiştir ki, halkın öznesi olamadığı her türlü ortam ve koşullar daha gerici olanla bütünleşerek, halkın başına büyük dert açmıştır. Bu sebeple
ortaya çıkan kronik sorunları yeniden üreten partilerden ve anlayışlardan çözüm beklenemez. Sorunu yaratan kesimlere, hala çözümün bir aracı olarak bakılması esas sorun olarak karşımızda durmaktadır. Bu düğüm çözüldüğü takdirde halkların önü açılacaktır.