İnsan çağlar boyunca hikâyeler anlattı. Hikâyelere tutunarak hayatta kalmayı başardı. Hem çekici kılmak istedi yaşamını hem de kurgular yapıp hazırlanmak istedi sonraki adımlara… Başkalarını etkilemek de istedi tabii ve etki alanında kendini korumak… Kendine yeni yaşam alanları yarattı. Çıkış bulamadığı yerde yeni hikâyeler yazdı. Hikâyelerin gücünü gördükçe onlara daha çok sarıldı.

Bugün satın alınan markaların, peşinden gidilen kahramanların, ideolojilerin ardında hep hikâyeler var. Hikâye o kadar önemliydi ki birey önem kazandıkça her bireyin bir hikâyesinin olması da önem kazandı. Dolayısıyla her büyük hikâyenin içinde küçük bireysel hikâyeler de yaratıldı. Her küçük hikâye büyüğünü besledi, aidiyeti arttırdı.

Kimini sevdik bu hikâyelerin, kiminden uzak durduk. Bazılarına hiç ait hissetmedik kendimizi. Büyük hikâyeye ait hissedemediğimiz yerde ise kendi hikâyemizi aradık, yalnız kaldık, öteki olduk… Hatta Ursula K. Le Guin bir denemesinde şöyle diyor:

“Kültürün doğuşu ve gelişimi sokmaya, parçalamaya, öldürmeye yarayan uzun ve sert aletlerin kullanımıyla açıklandığı müddetçe, kendime orada bir pay ne görebilmiş, ne de istemiştim.”

Ataerkil dünya sokmayı, parçalamayı ve öldürmeyi gelişim saydı. Gelişim böyle demek olunca insanlar bunları yüceltti, hak gördü kendilerine, yol bildi, yordam bildi. Bunun dışında kalanlar itildi, aşağılandı, hor görüldü, önemsenmedi. Bu “olması gereken” özelliklerini sivriltmeleri için yetiştirildi.

Sonra dünya hızlandıkça hızlandı; yarış ve rekabet aldı yürüdü, değerler ikinci sıradan daha alt sıralara indi, insanlar birbirlerinin üstüne basarken, birbirlerini ezerken, parçalarken, düşünmezken hikâye, doğada hayatta kalmaya çalışan insanın hikâyesinden ezen ve ezilenlerin hikâyesine döndü. Ezdikçe zerresi dahi kaybolan değerlerin çürümüşlüğünün hikâyesine döndü.

Ülke gündemimiz hiçbir zaman çok durgun olmamıştı ama son zamanlardaki kadar yorulmuş muyduk daha önce, hatırlamıyorum. Her geçen gün artan dozaj ile birlikte hepimiz zor günler yaşıyoruz. Daha bir olayı sindiremeden bir diğeri ile karşılaşıyor, onu eskitemeden bir diğerine uyanıyoruz. Sadece insan insana değil sorunumuz, artık doğa da insanın karşısında dayanamayacağını bağırıyor. Ve aslında bağırmak değil bu; çığlıklarını duymamış birine “Bitti artık, yapamıyorum” diyor…

Hikâye bitiyor gibi görünüyor. Bu kaçıncı kör mağara bilinmez ama belki de en derinindeyiz.

Peki hikâye gerçekten bitiyor mu? Değerler ölüyor mu? Deniz ölüyor mu? İnsanlık ölüyor mu?

İnsan yok olmadığı sürece hikâyeler yazılmaya devam edecek. Yani hikâye bitmeyecek.

Ama…

Sıradan bir filmde bile kahraman için her şeyin bittiğini düşündüğümüz an o eski kahramandan doğan yeni bir kahramanla hikâye yön değiştirir. Eskiyi bırakıp yeniyi doğurmak gerekir. Mücadeleyle, yüzleşmeyle, cesaretle…

Bizim kahramanımız insanlığımız, bizim kahramanımız değerlerimiz, bizim kahramanımız doğamız, denizimiz… Şimdi içinde bulunduğumuz bu kör karanlıkta elimizde, eteğimizde ne varsa bir bir döküp oradan anlatacağımız hikâyeyi seçmek belki de yapacağımız en güzel şey, en umutlu şey…

Sorarım size, biz artık nasıl bir hikâye anlatmak istiyoruz?