İZ GAZETE - İzmir'in duayen gazetecilerinden Gönül Soyoğul, kuruluşundan bu yana yazdığı Ege'de Son Söz'den ayrıldığını bir veda yazısı ile açıkladı. Ancak Ege'de Son Söz, veda yazısına yer vermeyince Soyoğul yazısını bir not eşliğinde kişisel sosyal medya hesabından paylaşmak durumunda kaldı. Notunda, " Bu yazıyı mesleki doğallıkla egedesonsöz’e gönderdim ve 8 yılın adına okurlara veda etme talebimi ilettim. Yayınlamadılar. Bu tavır, medya dünyasında bir ilk ya da alışılmadık bir durum değil; veda yazısı yayımlamamak, ayrılığı şıkça, etik ve medeni biçimde yapmamak, sıkça rastlanan bir durum yazık ki. Egedesonsöz’ün manevi kurucularından olmam da yeterli görülmedi demek ki. Basında özgürlüğünü sonuna kadar savunan biri olarak var olsunlar, sağ olsunlar. Yolları açık, kalemleri keskin, ufukları adil ve geniş olsun dilerim her zaman… Ve her şey için teşekkür ederim." diyen Soyoğul yazmaya Bianet'te devam edecek.

İşte Soyoğul'un yayınlanmayan "Egedesonsoz'e elveda, Bianet'e merhaba" başlıklı yazısı:

“Ümit’le laflıyorduk geçen gün.
Söz geldi yoğun bakıma kaldırılan Evren’e takıldı ve Ümit, 12 Eylül’ün mimarı’na ilişkin dinlediği bir anekdotu anlattı bana.
Evren Marmaris’te sakin bir koyda denize sıfır bir işletmeye kahvaltıya gider sık sık. İşletme sahibi, bu ünlü konuğunu en iyi şekilde ağırlar her seferinde. Evren de övgüsünü, iltifatını eksik etmez işletme sahibinden.
- Yeriniz çok güzel
- Sayenizde Paşam.
- Çayı sizin gibi demleyen yok
- Sayenizde Paşam
- Böyle peyniri her yerde bulamazsın.
- Sayenizde Paşam.
Evren hangi konuda övgüde bulunsa, işletme sahibinin yanıtı hiç değişmez:
-Sayenizde Paşam.
Bir, üç, beş derken, Paşa’nın da garibine gider “sayenizde Paşam” yanıtı ve sorar:
-Yahu, bu koyu ben bulmadım, bu işletmeyi sana ben yapmadım, çayı ben demle demedim, peyniri ben almadım. Niye sen her seferinde bana ‘sayenizde Paşam’ diyorsun?
Cevap gayet kısa, net olur:
“Çünkü Paşam ben 12 Eylül öncesi kıt kanaat geçinen bir öğretmendim. Siz darbe yaptınız, benim de payıma öğretmenlikten atılmak düştü. Ne yaparım ne ederim, nasıl geçinirim derken, buraya geldim, bu koyu buldum. Üç beş masa, sandalye ile işe başladım. İşte şimdi gördüğünüz gibi güzel bir işletme oldu. Siz 12 Eylül’ü yapmasanız, beni işten atmasanız, şimdi burada olmayacaktım. Her şey sizin sayenizde derken doğruyu söylüyorum.”
Ümit bu anekdotu anlatınca ilk tepkim “Ben de gazeteci olmayı, sarı basın kartımı Kenan Evren’e borçluyum! 12 Eylül’de solcu olduğum gerekçesiyle oradan oraya gönderilmesem, Edirne’nin sınırlarına sürülmeseydim, şimdi kuzucuklara hala edebiyat dersi veriyor olabilirdim. Benim gazeteciliğim de Evren sayesinde netekim!”
Yok canım, nostalji falan takılmıyorum.
Sadece niye yazılı basından internet gazeteciliğine geçtiğimi, bu sürecin benim için bir “istekten” ziyade “zorunluluktan” olduğunu anlatmaya… Her şerde (bazen) bir hayır vardır demeye çalışıyorum.

Öyle ya, mesleğe Yeni Asır’da başlayıp 20 yılımı orada geçirdikten…
Kent, Diva ve Yenigün’ün kuruluşlarına yoğun emek verdikten sonra, yazacak/şahsımı taşıyacak gazete bulamayınca, internet medyasına dalmanın başka ne gerekçesi olabilir?
Tamam, dünyada yazılı medya kağıttan internete kayıyor.
Tamam, her gün köşelerde internette, yazılı basın ölüyor mu/ölecek mi tartışmaları yaşanıyor.
Her gün “artık gazete almıyorum, gazeteleri köşeleri möşeleri bilgisayardan okuyorum” diyenlerin sayısı artıyor. Araştırmalar Türkiye’de bilgisayar kullananların hızla arttığını, İzmir’in de bu konuda son sürat geliştiğini ortaya koyuyor da… Benim internet medyasına terfi(! ) edişimin ana nedeni, “aman da bu sektör iyiye gidiyor, dur ben de bu trene atlayayım” falan değil.
Ne kendimi kandırırım, ne sizi.
Benimki tamamen “yokluktan” arkadaşlar. İzmir’de köşesine kurulacak gazete bulamamaktan. Tıpkı öğretmenlik yollarım “askeri darbe” nedeniyle kesilince tesadüfen gazeteci olduğum gibi.
Tek fark, darbecilerin bu kez ‘sivil’ oluşu ve bu kez mesleğimi yapıyor olmam. Kağıt üzerinde olmasa da bilgisayar üzerinde.
Ümit ve Fahrettin kardeşim, aylardır alt yapı hazırlıklarıyla uğraşırken bana da seslendiler. ‘Haydi Gönül Abla, yaz. Ne istersen döktür, al sana masa, al sana oda, al sana bilgisayar’ dediler.
Ben de aldım kabul ettim. Ve işte döktürüyorum.
Bakalım ilerleyen günlerde tuşlarımdan nasıl kan akacak?
Cümlenize merhaba! “

***
4 Ağustos 2009’da, Egedesonsöz’de ‘Beni internete sivil darbeciler attı’ başlığıyla başlayan, 8 yıl boyunca her gün olmasa da düzenli olarak paylaştığım duygular/düşünceler, yüzlerce röportaj, binlerce soru ve yanıtlarla devam eden okur-yazar birlikteliğimizde sona geldik. Ocak 2017’den bu yana 10 aydır yazmadığıma göre, aslında siz de ben de sonun farkındaydık da noktayı yok sayıp noktalı virgül var(mış) gibi yaptık. (10 ayı da abartmamak lazım gerçi; Dünya'yı varoluşundan bu yana 24 saate sığdırmaya çalışsak, insanlar bu sürenin sadece 1 dakika 17 saniyesini doldurabilir anca, 10 ay ne ki?)
8 yıl önce henüz ‘yazmasan Gönül razı değil, yazsan Silivri’ formunda değildi ülke. AKP günbegün formunu artırmakta, merkez sağ oyları toplamakla kalmayıp sol liberallerin de inanılmaz desteğini almaktaydı. Bir avuç endişeli modern, bir tutam CHP’li ve AKP’yi baştan bu yana doğru tahlil eden bir elin parmağı sol cenah; gelecek olanı gören sağ/sol duyulular küçümsenerek/itelenerek/ötelenerek anılıyordu, hatırladınız mı?
Herkes kendi başına yağan karı eritsin, ben ‘medya olarak’ geldiğimiz son durumu özetleyeyim. Basın özgürlüğünün güçlendirilmesi için çalışan sivil toplum kuruluşu Sınır Tanımayan Gazeteciler’in hazırladığı 2017 Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi’nde Türkiye, ‘kara liste’ diye nitelenen en kötü durumdaki ülkelere biraz daha yakınlaştı. Son 12 yılda 56 basamak düşen ülkemiz, dört sıra daha gerilerse ‘kara liste’ye girecek.
Bu yıl da ‘gazetecilik yapmanın zor olduğu ülkeler’ kategorisinde yer alan Türkiye, ‘en ürkütücü ülkelerden biri’ diye tanımlandı, Türkiye’nin “dünyanın en büyük gazeteci hapishanesine dönüştürüldüğü” yorumu eşliğinde…
2001'den bu yana ifade özgürlüğü ihlallerini izleyip raporlaştıran Bağımsız İletişim Ağı BİA Medya gözlem raporuna göre, Temmuz-Ağustos-Eylül döneminde, 109 gazeteci ve medya çalışanı işten çıkarıldı veya işten çıkmak zorunda bırakıldı. Sadece Doğan Haber Ajansı'ndan İzmir'de dört, ülke genelinde 100'e yakın basın emekçisi işinden edildi.
Geçen yılın aynı döneminde Kanun Hükmünde Kararnameye dayanılarak medya organlarının kapatılması sonucu 2 bin 500’e yakın gazeteci ve medya çalışanı işsiz kalmıştı. Geçen yılın tamamında ise bu rakam 2 bin 708’di.. Ancak TGC, KHK ile 179 medya ve yayın işletmesinin kapatılmasıyla işsiz kalanların sayısının 10 bini bulduğunu açıklamıştı.
Temmuz-Ağustos-Eylül 2017 dönemini kapsayan BİA Medya Gözlem Raporu’na göre, 122 gazeteci Ekim ayına hapishanede girdi; ‘içerde/dışarda’ 296 gazeteci ve medya temsilcisi, “darbecilik”ten “örgüte yardım”a, “Devlet kurumlarını aşağılamak”tan “Cumhurbaşkanı’na hakaret”e kadar çeşitli suçlamalarla toplam 182 ağırlaştırılmış müebbet ve 3 bin 36 yıl hapis istemiyle yargılanıyor.
Bu berbat/vahim çeteleyi niye hatırlattığıma gelirsek… 
Son dönemde şiddetini giderek artıran bir baskı ortamında… Yazan, çizen, düşünen herkesin özgürlüğü sürekli bir tehdit altındayken… Yazmanın en tatmin edici yanının /hakikati ifadeye sığdırdığınıza inandığınız anlar’ olduğunu bilirken… Hakikati yazamadığım anlar/günler/aylar vardı. Şiddet ortamında ketlendiğim de oldu, afazi olup söz yitimine uğradığım da… Ağzımdan dolu dolu çıkmaya hazırlanan kelimeleri 9 boğum sonrasında yuttuğum da… 
Sevgili Ümit Kıvanç’ın ifadesiyle, “kamuya açık yerde yazı yazmanın en zor tarafı budur: gönlünüzden geçeni, geçmekle kalmayıp beyninizin ön kısmına doğru hücum eden ve alnınızda kısa süre sonra bir infilak meydana geleceği duygusunu yaratanı ifade edemezsiniz. Edemezsiniz, yakışık almaz. Edemezsiniz, canınıza okurlar. Edemezsiniz, zira pek de doğru bulmadığınız bir eylemi yapmış olursunuz ve bu yüzden canınıza okunmuş olur, sorumsuzluk olur, değmez” dediğim de oldu, 
Edward Said’in “ Nabza göre şerbet vermek, konuşulması gereken yerde susmak, şovenist kabadayılıklara, tantanalı döneklik ve günah çıkarma törenlerine rağbet etmek bir entelektüelin kamusal rolüne en çok gölge düşüren tavırlardır” sözlerindeki tarife bakıp için için kanadığım da…
Oysa gazetecilik tarifi, tam da sevgili Ahmet Şık’ın dediği gibiydi: “Ve gazetecilik hizaya gelerek yapılmaz. Hizaya gelerek yapılanın adına da gazetecilik denmez. Eğer icazetle yazıp söylersen, onursuzluğun acizliğiyle ezilirsin.” 
İcazetle asla yazmadım, icazetle asla soru sormadım ama buraya ‘yeni ve evcimen bir şeyler’ yazabilmek… 
“Pek saygılı, pek efendi, pek önü ilikli” cümleler kurmak için çok çabaladım…
Otosansürle zaten yeterince yorulmuş kalbim, ‘aman ha! Gözünü seveyim’lere dayanamadı. Geçmişte ortak direncimizin yansıdığı yazılarımdaki dinamizm kalktı, geriye bence çakıltaşı/dolgu malzemesi kaldı. Kendimi Titanic filminde gemi batarken çalmaya devam eden o orkestranın elemanı gibi hissettiren kesif bir acımtıraklık…. Ekşimişlik hali…
Yazıyı aklından çok kalbiyle yazan biri olarak, kırık kalple yazmayı daha fazla sürdüremedim. Kullanışlı bir süs eşyası gibi kalmak da isteyemezdim, istemedim.
"Bir şeyin iyi olmasını istemek" bir karakterdir. Ruhtur. 
Beraberce bir şey "iyi" olamıyorsa da yapacak bir şey yoktur.
8 yıl önce sevgili Fahrettin Dokak, Ümit Yaldız, gazetecilik yeteneğine şapka çıkardığım Fırat Başaran ve ben, beraberce ‘ iyi bir şeyler olsun’ diye bir araya gelmiştik. Oldu da. 4 kişiydik, Voltran oluşurduk. O dinamizm hem bizi yeniledi, hem de kentin kimi yöneticilerini. Eminim İzmir’de pek çok kez siyasi dengeyi değiştirdi, bazı durumları engelledi, pek çok ezberi bozdu, yerel medyayı canlandırdı, pek çok yeniyi başlattı. Ki az şey değildi. Cürümümüzden fazlasını yakmak…
Buraya kadarmış. 
Kuruluşundan itibaren 8 yıl boyunca çalıştığım, emek verdiğim Egedesonsöz’e yayın hayatında başarılar dilerim. 
Bugüne kadar yazabildiklerim, sorabildiklerim için Fahrettin ve Ümit kardeşime teşekkür ederim. 
Ama en çok da size, sadık okura. En dipte olduğum anlarda kurdukları cümleler, ekledikleri yorumlarla ‘can suyu’ verenlere… 
Yeni adresim bianet.org, oraya da beklerim. Yeni yazılara, yeni röportajlara da can suyu lazım…

Editör: Haber Merkezi