1 Ekim 2080/Salı

“2020 senesinde Koronavirüs denilen bir salgın dünyanın tamamında etkili olmuştu” diye başladı sözlerine dedem. Telefonlarımızın şarjı bitmişti ve sıkıntıdan patlıyorduk. Ne zaman elektrikler kesilse dedem bu hikâyeyi anlatıyor ve abarttığı kısımlara çok da takılmadan dinliyorduk kardeşlerimle. Bir kış gecesi yine elektrikler kesildi, kombi çalışmadığı için ev yavaş yavaş soğumaya başladı. “2080 senesindeyiz, neden farklı ısınma yöntemleri bulunmadı ki! Senin zamanında da böyle miydi dede?” diye sordum. Önce gözlüklerini gözüne taktı (sanki bir şey anlatmak için gözlüğe ihtiyacı varmış gibi. Dedem abartılı hareketleri çok severdi, anlatmaya başlamadan önce de havaya girmeliydi tabii). “Valla aslanım siz sobayı görmediniz henüz, bi’ de onların kuzineli olanları vardır; içinde patatesi patlıcan, biber, ekmek… Ne varsa onları da pişirirsin. O daha iyi ısıtır odayı. Ama sadece bulunduğu odayı! Hem ‘gupgup gup’ diye yanar, ışığı da söndürünce alevlerin yansımasını izlersin tavandan. İki saat elektrik gitti diye tatava yapmayın! Gelir birazdan” dedi. Dedem böyledir, sorduğun soruların cevabını vermez, alakasız konuşur durur. Anneannem, ben 19 yaşıma girdiğimde ölmüştü. Ölmeden önce de, “dedenizle iyi geçinin olur mu yavrularım? Bak ben bir ömür yedim bu adamla, her şeyi bildiğini düşünür, bilir de aslında. Karışık kuruyemiş gibidir bilgileri, sen ondan bir kilo bilgi istersin, o sana her birinden yüzer gram verir ama bir kiloyu tamamlar. O yüzden bizim ailede ‘herbokolog’ derlerdi dedene. İyi geçinin onunla kuzum, unutmayın!” demişti. Anlayacağınız gibi dedeme kombinin tarihçesini sordum, “patates eskiden nasıl pişerdi” yi öğrendim.

9 Ekim 2080/Çarşamba

Annem, anneanneme inanılmaz benziyor, adeta bir kopyası! Anneannem de kendi annesinin aynısıymış. Genetikleri, DNA’ları hiç mi mutasyona uğramıyor? Mayoz mu bölünüyor ailemizdeki kadınlar ben de anlayabilmiş değilim! Mutasyon, DNA dedim de, dedemin her fırsatta anlattığı meşhur Korona Hikayesi geldi aklıma, vakit kalırsa anlatırım onu size de! Karları bahçeden küremem gerekiyor, gerçi dedem “kar mikrobu kırar, kalsın yerde, kar suyu yağmur suyundan faydalıdır bitkilere. Yavaş erir, bitkiler daha iyi emer suyu, küreme hemen!” dese de babamın lafıyla “uymadım” dedeme, küremeye başladım bile. Annem ineklerimizden sağdığı sütü (o kadar da değil, otomatik süt sağıcımız var!) pastörize ediyor şimdi içeride. “Kış bu sene uzun sürecek” dedi dedem, hazırlıklarımızı yapmalıymışız. Elektrikler yine kesilecekmiş bu akşam. Küçük kardeşimle dedem markete gidip güç kaynağına yedek batarya alacaklar birazdan. Akşam elektrikler kesildiğinde sırf biz internete girebilelim ve elektronik cihazlarımız çalışsın diye yapıyor bunu dedem. Sokağa çıktığında dedemi gören herkesin yüzü gülüyor, hâl hatır soruyorlar karşılıklı. İlginç bir şekilde tanımadığı insanlar bile gereğinden fazla saygı gösteriyorlar dedeme. Bu saygının nedenini anneme sorduğumda, “Deden tüm dünyada meşhur oldu bir dönem. Herkes tanıyordu onu. Şimdi hatırlayanlar sadece yaşlılar. Hikayelerini bile anlattı kendisi defalarca, hiç mi dinlemediniz!” dedi. Hakikatten dedemi doğru düzgün dinlememiştik hiç!

***

Elektrikler yine kesildi. Yetkililer, “Ülkemizde kullanabileceğimiz enerji ihtiyacını ancak bu şekilde karşılayabiliyoruz. İl ve ilçe bazında elektrikleri üçer günlük arayla kesmemiz gerekli, aksi halde bize verilen kotayı doldururuz.” şeklinde açıklamalar yapıyorlar. Bu hale gelene kadar tüm dünyanın aklı neredeydi acaba? Seksen yıl öncesinden haberlere ulaşıyorum; küresel ısınma, çevre kirliliği, atık maddeler, zehirli fabrika atıkları, bilinçsiz tüketim… Tüm bunlara neden dikkat edilmedi de kabak bizim başımıza patladı diye soruyorum dedeme, “Yahu biz dikkat ettik de, bizden güçlü olanlara dinletemedik, e gücümüz de yetmedi zaten. Bi’ şey olmaz, bu çileyi en son sen çekersin, sen de çocuk yapmazsın olur biter. Gerçi yapsan da dünyanın yüz yılı kaldı kalmadı, altmış yaşında gider o da. Ehehe…” Söylediklerini komik bulmuş gibi yalandan gülerek devam etti, “Bakın ben herkese zamanında dedim, ben 94 yaşıma gelmeden ölmem diye. Daha erken ölürsem de mezarıma bi’yanlışlık var yazdırın diye vasiyet bıraktım. İnanmazsan sor anneann…” dondu kaldı bir an. Gözleri hafif dolmaya başladı. Bu havadan kurtulması gerekiyordu dedemin. Gittim yanına, önce güç kaynağına bağladığımız ışığı loş bir hale getirdim, oturdum dizinin dibine, “Dede… Şu Korona Hikayesi’ni anlatsana bi’ daha bize?” Baktı bana, gülümsedi hafif, yanındaki bardakta duran ılık sudan bir yudum alıp boğazını temizledi, “Eşşoğlueşek, elli kere anlattım, düzgünce dinleyecekseniz anlatacağım ama bu son anlatışım olur!” dedi. ‘Eşşoğlueşek’ lafını duyan babam alınmış ya da hikâyeyi beş yüz on sekizinci kez dinlemekten sıkılmış olacak ki, “Bana müsaade, yarın erken kalkmam gerekiyor, iyi geceler herkese” dedi ve yatak odasına yöneldi.

Evde tamamen sessizlik hakim. Arada bir dışarıdan esen rüzgârın uğultusunu duyuyoruz, bazen de gıcırdayan ahşap sesi geliyor kapının dışındaki verandadan. Battaniyelerin içine girdik üç kardeş beraberce. Annem, dedemin yanındaki berjere oturdu, dedem de heveslendi ve başladı anlatmaya:

“2020 senesinde Koronavirüs denilen bir salgın dünyanın tamamında etkili olmuştu. Çin’de ortaya çıkan virüs üç ay gibi bir sürede tüm dünyaya yayılmış ve sağlık örgütleri pandemi ilan etmişlerdi. Salgının başlangıcından dört ay sonra enfekte olan hasta sayısı bir milyona ulaşmış, altıncı ayın sonundaysa on milyonları bulmuştu. Sokağa çıkma yasağı ilan edilmişti neredeyse her ülkede. Ölen insanlar her kesimden olsa da bunun aslında sınıfsal bir anlamı da vardı; zengin olanlar her türlü sağlık hizmetinden öncelikli olarak yararlanabilirken, orta ve alt sınıf kendi başının çaresine bakmak zorunda kalmıştı. Hastaneler yetersiz kaldığında; önce okullar, yurtlar ve spor salonları hastaneye çevrilmiş, daha sonra da… Telefonunu bırakmazsan anlatmayacağım artık!” diyerek sözünü yarıda bıraktı dedem. Küçük kardeşim oflaya poflaya, “Ben biraz odama gidiyorum!” diyerek salondan ayrıldı. “Devam et, biz dinliyoruz.” dedi annem. Suyundan bir yudum daha alıp, “Altınoluk’ta hava ne güzeldir şimdi… Ha? Nerede kalmıştım… Neyse… Bu sınıf ayrımı ve tanınan öncelikler artık halkın canına tak etti bir gün. Önce büyük marketler yağmalandı, insanlar gıda ihtiyaçlarını buralardan gidermeye başladılar. Kolluk güçleri yakaladıklarını tutukluyor, diğerlerini ise havaya ateş açarak uzaklaştırıyorlardı. İşlerin çığrından çıktığı nokta ise kimsenin ilaç bulamadığı zamanlarda başlamıştı! Eczaneler, ilaç depoları da yağmalanmış, fırsatçılar ya stok yapmış ya da sahte ilaç üretmeye başlamışlardı. Soygunlar, insanları gasp etmeler, hırsızlık ve onlarca suçla mücadele etmeye çalışırken bir yandan da hayatta kalmaya uğraşıyorduk. Bir gün anneannenle evde otururken kapının zorlandığını duydum. Mutfaktan bir elime bıçak diğer elime de ekmek tahtasını alarak kapının önüne kadar gittim. Çok korkuyordum, içeriye girecek miydi, girse bile elinde silah var mıydı, tahmin etmek güçtü. Anneannenize bir şey olmaması için bunları göze almalıydım. Bir dakika, üç dakika derken ‘hırsız galiba acemi’ diye düşünüp hızlıca kapıyı açtım ve…” duraksadı dedem. Bu hikâyeyi daha önce hiç bu şekilde anlatmamıştı. Yarım yamalak da olsa anlatırken hep dinlemiştim ama eminim böyle bir kısım yoktu hikâyede. “Eee…” dedim, “anlatsana dede, ne oldu? Kimmiş kapıdaki?” Sakince bana baktı, istifini hiç bozmadı ama hafiften gülümseyerek, “Hırsızmış… İçeriye çektim, bıçağı dayadım boğazına, ‘Napıyon lan!’ dedim. Anneannen çığlık çığlığa bağırıyordu, çok korkmuştu ve bana ‘Ne olur yapma, çıkar evden dışarı, gitsin!’ diye yalvarıyordu. Ben de korkuyordum ama o an oradaki üç kişi içinde en korkan kişi bana sorarsanız hırsızdı. Müsaade istedi, avaz avaz bağırdı yüzüme karşı, dili kurumuştu korkudan, tir tir titriyordu, elinde tornavidası vardı ama bana saplamayı aklına bile getirememişti yakalanınca. Anladım ki aslında bu adam acemi hırsız, yani hırsız bile değil aslında. Tek isteği yemek bulmakmış. Evin antresinden içeriye almadan biraz un ve şeker verip yolladık. Tam kapıyı kapatıyorduk ki, ‘Öncelikle her şey için teşekkür ederim, sizi korkuttuğum ve endişelendirdiğim için de özür dilerim. Ama son bir uyarım olacak, bir doktora görünün ben enfekteyim’ der demez kaçmaya başladı. Kapıyı kapatamadan orada öylece donakaldım. Hiç bu kadar korktuğumu hatırlamıyorum hayatımda.” Bu sırada dedemin sözü ablamın esnemesiyle kesildi. Ablamın daha bir şey demesine fırsat kalmadan, “Hadi sen de git yat, anlatırım ben sana daha sonra.” dedi dedem. Ablam da gülümsedi ve odasına gitti. “Eee… Sonra ne oldu? Nasıl iyileştiniz?” dedim. Dedem anneme baktı ve konuyla alakasızmış gibi görünen şu soruyu sordu, “Hayatında hiç tanımadığın, yüzünü bile görmediğin insanlar için ölümü göze alabilir misin?” Anlamadı annem ama “Hayır canım ne münasebet! Tanıdıklarım için bile yapmam. Çoluğum çocuğum var benim!” dedi. Dedem, anneme iki üç saniye baktıktan sonra gözlerini devirerek bana baktı, “Sen?” Daha önce böyle bir soruyu aklıma getirmemiştim hiç, gülümsedim sadece ama cevap veremedim. Hem ne cevap verilirdi ki buna? “E yavrum sen az önce ağzının yayını yaya yaya sormadın mı bana ‘nasıl iyileştiniz?’ diye. Sağlık hizmetleri o dönem nasıl çöktü anlatamam. Ama cesur doktorların tedavileri sayesinde iyileştik. Onların da çoluğu çocuğu vardı, onlar da gelecekle ilgili hayaller kurmuşlardı. O zamanlar ben de düşünmüştüm, doktor olsam gelen hastaları tedavi eder miyim diye. Ama o cesareti kendimde bulamadım. Çok insan öldü, çok doktor da enfekte olarak hayatını kaybetti. O zaman devrimi doktorlar yapmıştı işte!” dedi. “Tüm dünya hastalığın pençesinden kurtulup sıradaki felaketi beklemeye başlamıştı. Geriye zaten ya göktaşı düşecekti ya da uzaylılar Dünya’yı istila edeceklerdi. Hadi yatalım artık. Elektrik yarın gelir, devam ederiz…”

14 Ekim 2080/Pazartesi

Dedem bugün öldü… Geride çok güzel bir hayat bıraktığını söyledi konuşmacılar. İnsanlar dedem hakkında konuşurlarken annemin yanına yanaştım, “Bu kadar yaşlı insanı nasıl topladınız buraya, beş gün önce demiştin, deden zamanında meşhurdu diye. Ne meşhurluğuymuş bu?” diye sordum. Meğer dedem Koronavirüsün tüm dünyayı kasıp kavurduğu dönemde aşının bulunduğu kamu spotu niteliğinde bir videoda oynamış, oradan tanınıyormuş. İnsanlar da aşıyı bulan kişinin dedem olduğunu sanmışlar, efsaneleşmiş böylelikle dedemin yüzü. Uzunca bir süre tüm sağlık tanıtımlarında gönüllü görev almış dedem.

Norveç’te kanunlar gereği vasiyette ne yazıyorsa uygulanmak zorunda. Dedem vasiyetinde iki şeyden bahsetmiş. Birincisi yakılmak istediği ve küllerinin de bir vazoya konulması istediği yönünde bir madde. İkinci madde de eğer 94 yaşından önce ölürse vazonun üzerine “bi’ yanlışlık var” yazılmasıymış. Dedem 15 Ekim 1986’da doğmuştu. Şimdi gülümseyerek yazıyı yazdırmaya gidiyoruz, bir gün ile yazdırmaya hak kazandın dede!