“Kuyara ile Adako”,

“Ne o ağabey? Çağının trajedisini mi anlatacaksın?”

“Yok, romandan bir bölüm, okuyunca anlarsın ne olduğunu...”

Uzun uzun kapıyı çaldım. Önce hiç ses çıkarmadı. Vurmaya daha doğrusu kapıyı kıracak derecede yumruklamaya devam edince içeriden cılız bir ses boşlukta asılı kaldı. Bunun üzerine daha da hızlandım. Cılız ses yumruklarımın sesiyle birlikte yükselirken durup dinlemeye başladım.

“Ev sahibi yok.”

“Ben kiracıya geldim.”

Köy evinin ahşap kapısı gıcırtıyla açıldı. Aradan bir çift göz bana bakıyordu. İçerisi zifiri karanlıktı.

“Ne istiyorsun?”

“Ağabey, bu halin ne?”

“Ne istiyorsun, neden geldin?”

O gün roman yarışmasının son günüydü. Amacım, dosyasını alıp yarışmaya götürmekti, bir türlü ikna edemiyordum. “Ben yarışmaya katılmam.” diyor başka bir şey demiyordu. O an aklıma sinema geldi.

“Seni sinemaya götürmeye geldim. İstanbul’a çok güzel filmler gelmiş.”

Kapı aralığından belli belirsiz gülümsedi. Sinemaya asla hayır demezdi. Saç sakal birbirine karışmıştı.

“Peki, gidelim.”

İçeri girer girmez, masanın üzerindeki romanın kopyasını yanıma aldım. Birkaç saat sonra, Manisa’dan kalkan pırpırlı uçakla İstanbul’a indik. Sinemanın büyülü dünyası ikimizi de mest ediyordu. Beyazperde bize; sakin derelerin aktığı, büyülü dağların olduğu başka pazartesileri, farklı çarşambaları yaşatıyordu. Film izlediğimiz günler bizi eski, sıradan, bildiğimiz tekdüzelikten çıkarıyordu. Klasik müzik dinlerken, çok sevdiğimiz bir kitabı okurken kendimizi Hacırahmanlı köyünden çıkıp çok farklı bir dünyanın içinde buluyorduk. Geçmişimizi unutmuyor yaşadığımız her an, geçmişimize ayrı bir yolculuk ekliyorduk. Bu büyü saate bakmamla bozuldu.

“Ağabey, gitmeliyiz.”

“Ne oldu?”

Söyleyip söylememeyi şöyle bir düşündüm. O olmadan bunu yarışmaya vermem imkânsızdı ve romanı teslim etmenin son saati birkaç dakika geçmişti. Cesaretimi toplayıp,

“Ben romanı getirdim.” dedim.

“Neden?”

“Yarışma için...”

“Kesinlikle olmaz! Ben asla o yarışmaya romanımı götürüp vermem.”

“Tamam, ben vereyim.”

Biraz düşündü, ısrarım üzerine istemeye istemeye kabul etti. Biliyordum, sadece beni kırmamak için izin vermişti. Gözlerimin içine baktı, hafifçe kafasını sallayarak,

“Peki, ver bakalım.” dedi.

Hemen bir taksi çevirdim. Soluğu gazetenin önünde aldık. Koca binanın karşısında, hiç kıpırdamadan, olduğu yerde çakılı duruyordu.

“Hadi girelim içeri.”

“Ben gelmem. Sen git, ver.”

“Ama ağabey, sensiz olmaz.” diyecek oldum, lafı ağzıma tıkadı.

“Benden bu kadar İhsan.”

Gazeteden içeri girdim. Görevliye,

“Yarışma için dosya getirmiştim.” dedim.

“Üzgünüm dosya kabul saati geçti. Alamam” dedi.

“Efendim ben Manisa’dan geliyorum. Ancak yetişebildim. Yetkili biri varsa onunla görüşeyim” Görevli istemeye istemeye,

“Yukarıda Kemal Bey var, onunla bir görüşün” dedi.

“Teşekkür ederim.”

Uçarak yukarıya çıktım. Odanın kapısını çalıp içeriye daldım. Bir de ne göreyim Kemal Bey dediği, Yaşar Kemal’miş! Hemen masanın önündeki küçük sandalyeye iliştim, durumu anlattım. Kendisini ne kadar sevdiğimi “İnce Memed” kitabını iki kere okuduğumu söyledim. Güldü, samimiyetime sevecenlikle yaklaştı. Dosyayı kabul etti.

Sonuçlar açıklandığında dosyanın ikinci olduğunu öğrendim. Yusuf Atılgan ismi artık her yerdeydi. Herkes “Aylak Adam” romanından bahsediyordu.

Yusuf ağabeyle antrenman yaptığımız sahanın kenarına oturduk. İkimiz de uzaklara dalmıştık.

“Ağabey kimsenin tanımadığı hayalet bir yazarken şimdi ete kemiğe büründün, herkes senden bahsediyor.”

“İhsan, ‘Kuyara ile Adako’nun anlamını öğrendin mi?”

“Evet, öğrendim.” dedim, sonra gülmeye başladık.

“O zaman ‘Kuyara’ yapalım mı?”

Gülerek ‘Kuyara’ yaptık. O günü hiç unutamam...

İyi okumalar.