1949 yılında gerçekleşen New York Barış Konferansında yaptığı konuşmasında

“Barış ve demokrasi için, sanatımızın güçlü ve güzel sesini, halkların cesur sesiyle birleştirmeliyiz” diyordu Dmitri Şostakoviç. Şüphesiz ki bu sözleri söylediği tarihten çok kısa bir süre önce deneyimlediği savaş gerçeği, yaptığı konuşmasının da maddi temellerini oluşturuyordu. 1941 yılında faşist Alman ordularının başlattığı ve 900 gün süren Leningrad kuşatması birçok sanatçıyla birlikte Şostakoviç için de sanatın direniş ve mücadele ile kazandığı anlamı göstermesi adına önemli bir sınav oldu.

Hitler orduları Sovyetler Birliğini işgal planları gereğince Leningrad kapılarına kadar dayanmıştı. Kendileri için barındırdığı kimi riskler nedeniyle de şehre girip Sovyet güçleriyle temas etmek yerine kenti kuşatıp, dışarıyla tüm bağlantısını kesip, Leningrad’ı dışarıdan vurmaya başladılar. Sovyetler Birliği bir yandan askeri tedbirlerini alıp bu anlamda planlarını yaparken, bir yandan da olası bir yağmaya karşı müzeleri boşaltıp, sanatçıları şehirden tahliye ediyordu. Bu tahliyeyi reddedip, şehirde kalan isimlerin başında ise savaşın dehşetinin karşısında halkın cesaretine duyduğu sonsuz güvenle Şostakoviç geliyordu. 80 üyesi kentte kalmayı tercih eden Leningrad Sanatçılar Birliği’nin bir üyesi olan Dmitri Şostakoviç, kuşatma altındaki Leningrad kentinde itfaiyeci olarak görev alırken sanatsal üretimine de ara vermeden devam etti.

Faşizmin kuşatması ve ağır saldırılarının altında yıkıma doğru sürüklenen, açlıkla, hastalıklarla, ölümle karşı karşıya kalan, alevler ortasındaki Leningrad’da, Sanatçılar Birliği durmaksızın besteler üretiyor, sergiler açıyor, konserler veriyor ve üretimlerini taşıdıkları hastaneleri, askeri birlikleri adeta birer sanat merkezi haline getiriyordu. Leningrad Radyosu bir an olsun susmadan yayın yapıyordu. Bir moral ve propaganda aracı olarak sanat, savaşın tüm yıkıcılığına rağmen Sovyet halkıyla buluşmaya devam ediyordu.

20. yüzyılın en büyük bestecilerinden biri olan ve farklı türlerde ürettiği çok sayıda eserle birçok uluslararası ödüle layık görülen Şostakoviç, kuşatılmış bir kentin ölümle sınanan sokaklarında bir yandan itfaiyecilik ve siper kazma işi gibi işlerde çalışırken, bir yandan da ölümsüz eserlerinden birisi olan 7. Senfoni olarak tanınan Leningrad Senfonisini tamamlamıştı.

Eserin tamamlanmasının ardından Leningrad Radyosu Orkestrası’nın hayatta kalan üyelerine, cepheden çağırılan sanatçıların ve kentteki amatör müzisyenlerin de katılımıyla bir orkestra kuruldu. Birkaç ay süren provaların ardından çalışma kayda alındı. Ve tarihler 9 Ağustos 1942’yi gösterdiğinde 7. Senfoni, kurulan özel bir düzenekle aynı anda kentin bütün sokaklarına, caddelerine, savaşın tüm cephelerine dinletiliyordu. İşgale karşı direnen şehrin sakinleri için moral olan bu eseri, işgalci Alman birlikleri de duyabiliyordu. İşgalcilerin kendilerini bekleyen sona doğru giden yolu aydınlatan bir ışık gibi bütün kenti saran ezgiler halkın cesareti ile yoğrulan olağanüstü direnişin de sembolü olmuştu.

Şostakoviç’in ölümsüz eseri Leningrad Senfonisi, 900 günün ardından seyri değişen savaşın yıkılmış meydanlarında ve yarılan kuşatmanın karanlığında doğan bir güneş gibi, sadece Sovyet yurttaşlarının değil dünya halklarının da üzerine doğan zaferle taçlanmıştı.

Şostakoviç’in 7. Senfonisi, yıkılmış bir kentin sokaklarında duyuluşunun 78. yılında sanata kattığı anlam ve yorumla, saygınlığını korumaya devam ederken, tarihin kendisine yüklediği sorumlulukla, içinde bulunduğumuz çürüme çağına sanatın ne olmasını gerektiğini de durmaksızın anlatıyor.