SEVAL DENİZ KARAHALİLOĞLU / İZ GAZETE -  15 Ağustos 2012’de aramızdan ayrılan Müşfik Kenter, Türk Tiyatrosu’nun büyük ustalarından biriydi. Sahnede geçen bir ömre çok sayıda oyun sığdırdı. Konservatuarda hoca olarak yetiştirdiği öğrencilerin her biri bugün usta tiyatro oyuncuları oldular. Müşfik Kenter, oynadığı oyunlarla hala hatırlanıyor ama bir tanesi var ki yeri çok ayrı. Huysuz İhtiyar oyunuyla çok sevildi. Oyunun sahnelendiği dönemde büyük ustayla yaptığımız söyleşi hala anılarda tazeliğini koruyor. O söyleşide Müşfik Kenter’le ilk tiyatroya başladığı yıllardan, haftada bir disiplin kuruluna giden “yaramaz Müşfikten”, bir hoca gözüyle Türk Tiyatrosu’nda yaşanan değişimlerden ve günümüz oyuncularından bahsettik.

‘SEVMEDEN OLMAZ’

‘Tek kişilik’ oyunların efsane ismi olarak neler hissediyorsunuz?

Bir maratoncuya sormuşlar, “koşarken ne hissediyorsun diye, kendimi çok yalnız hissediyorum” demiş. Tek kişilik oyun çalışanları da aynı şekilde kendilerini çok yalnız hisseder. Örnek olarak, ben tek kişilik oyunları çıkarmaya çalışırken, ancak iş bitiminde, gece 12’den sonra tiyatroya giderek sabaha kadar süren bir çalışma ile bunu yapıyorum. Sabah saat 6’ya kadar orada çalıştıktan sonra derse gidiyorum. Bir de niçin tek kişilik oyunlar oynuyorsunuz, diyorlar. Ama ben yüzlerce çok kişilik oyun oynadım fakat nasılsa, sanki hep tek kişilik oyun oynamışım gibi bir şey çıkıyor ortaya. “Hayır” diyorum ben, daha çok “çok kişilik” oyunlar oynuyorum. (Gülerek ekliyor) Tek kişilik oyunların özel tiyatrolara birçok faydası oluyor. Bir kere turneye çıktığınızda, otel masrafı daha azalıyor, personele ödenecek ücret daha düşük oluyor. Bazı şeyler de ekonomik açıdan diğer oyunlara nazaran daha tasarruflu. Ayrıca, organizatörler de tek kişilik oyunlardan memnun oluyorlar. Tabii ki, oyunların çok tutulması şartıyla. Oyun biraz ağır oldu mu, pek rağbet görmüyor ve organizatörler de pek memnun kalmıyor. Mesela, Van Gogh; “Savunma”, “Bir Garip Orhan Veli” ve “Huysuz İhtiyar” kadar rağbet görmedi. Fakat oyunları tek kişilik, çok kişilik diye ayırmak bence çok yanlış. Ben bütün oyunlarımı çok severek oynadım. Zaten sevmeden hiç bir şey yapılmaz. Biz, “canımızı dişimize takarak” oynarız. Başka türlü olmaz.

‘HER ŞEYE GÜLERDİM’

“Canımızı dişimize takarak” oynarız dediniz. Tiyatroya nasıl aşık oldunuz?

Aslında, oyuncu olmak hiç aklımda yoktu. Yıldız benden çok önce konservatuara girmişti. Ağabeyimle, konservatuardayken Yıldız’ın oyunlarına gider, oyunu seyrederken arka sıraların altına girerdik gülmekten. Bu oyunculuk, benim çok komiğime giderdi. O zamanlar Agah Hün vardı. Bizim Ankara’da, Cebeci’de oturduğumuz apartmanda oturuyordu. Devlet Tiyatrosundaydı ve beni çocuk tiyatrosuna almıştı fakat ben oyunculuğu ciddi olarak hiç düşünmemiştim. Aslında, ben çocukken bir şey olacağım diye hiç düşünmedim. Hani çocuklara sorarlar ya, büyüyünce ne olacaksın diye? Doktor, pilot, mühendis olacağım derler. Bu, bende hiç olmadı. Şu anda Amerika’da doktor olan ağabeyim, bir gün bana, “herkes konservatuar sınavlarına giriyor, sen de girsene” dedi. “Git bakalım sınav ne zamanmış” deyince, gittim baktım sınava bir hafta kalmış. O sıralar, Lise 1’e devam ediyordum. Gittim bir kitap buldum, bir hafta çalıştım. Sınava girdim ve kazandım. O zamanlar, yeni nesil bilmez, iyi hal kağıdı isterlerdi okuldan. Ben Ankara’da Atatürk Lisesi’nde okudum. Her Perşembe günü disiplin kuruluna çıkardım. Aslında, ben bir şey yapmazdım sadece her şeye gülerdim. Sınıfta başka arkadaşlar yaramazlık yaparlardı, ben de gülerdim. Tabii öğretmen de beni hep gülerken yakalardı. Dolayısıyla hep disiplin kuruluna ben giderdim. Sonra, rahmetli fonetik hocamız Nurettin Selim Bey vardı. Müthiş bir insandı. Hala, benim için çok önemlidir ve özel bir yeri vardır. Ben, nasıl çalışılması gerektiğini ondan öğrendim. Sınav sonrasında, Nurettin Hocam bana, “Sınav kağıdınız iyiydi ama sürekli disiplin kuruluna çıkmanız nedeniyle, sizi almayacaklardı, ben kefil oldum size” dedi. Yani anlayacağınız bugün tiyatro oyuncusu olmamı Nurettin Selim hocamın bana kefil olmasına borçluyum. Ama konservatuara girdikten sonra gerçekten çok çalıştım. Sonradan dedim ki, ben tiyatroyu, oyunculuğu için istiyormuşum demek ki. O dönemlerde, çok çalışan herkes bugün bir yerlere geldi. Biz çok şanslıydık. Çünkü Ankara’da çok güzel bir konservatuar binamız vardı. Bugün Mamak Belediyesi olarak kullanılan bu bina, çelik kapı ve pencerelerle ses yalıtımı çok iyi sağlanmış bir yapıydı. Ne kadar müzik çalışılırsa çalışılsın, bağırılırsa bağırılsın dışarıdan ses duyulmazdı. Sabah saat 3’de kapılar açılır. Bu nedenle 3’den önce kalkar kuyruğa girerdik. Kapılar açılınca, bir koşu kendimize bir oda kapar sabah 7.30’a kadar aralıksız çalışırdık. O dönemde, sabah kalkıp oda tutmak için koşanların hepsi bugün bir yerlere geldiler.

‘KUYRUĞA GİRİYORLAR!’

Tiyatroya ilişkin ilginç gözlemleriniz var. Mesela İngiltere’de yaşadığınız ilginç tiyatro anılarınız olduğunu duymuştum.

50’li yıllarda, Shakespeare’in doğduğu şehir olan Stradford’da her yıl geleneksel olarak yapılan Shakespeare Tiyatro Festivali’ne davetli olarak gitmiştim. Yaz mevsimiydi ve hava çok güzeldi. Neyse, oyundan çıktım. Baktım dışarıda upuzun bir kuyruk. İnsanlar ellerinde, şezlonglar, termoslar filan kuyrukta bekliyorlar. Birine sordum. Ne kuyruğu bu dedim. “Yarın akşam oyun var, ayakta seyretmek için bilet alacaklar, şimdiden sıraya girmişler” dedi. Yani dünyada böyle şeyler de oluyor. İnsanlar tiyatro seyretmek için bir gece önceden kuyruğa giriyorlar. İngiltere’de hala öyledir. Biz de futbol için böyle şeylere şahit olmuşuzdur ama tiyatro için ilk defa görüyordum. Sonra Türkiye’de bırakın tiyatro bileti almak için bir gün önceden kuyruğa girmeyi, seyirci kar yağar gelmez, taş yağar gelmez, harp çıkar gelmez, bahar gelir hiç gelmez, gelmez oğlu gelmez. Ne zaman gelecek bu seyirci? Çünkü alışmamış, daha tiyatro bilinci gelişmemiş. İngiltere’de taş yağsa seyirci yine gelir. Bugün İngiltere’de oyunların başlama saatleri 19.00’da erken bir saattedir. Bu savaş zamanından kalma bir alışkanlık. Savaş sırasında bombardıman gece olduğu için tiyatrolarda oyunlar 17.00 ile- 19.00 arasında oynanır ve sonra dağılırdı. Almanya’da savaş sonrasında ilk tamir edilen bina Opera Binasıydı. Almanlar ilk önce, konser salonları ve tiyatro binalarını tamir ettiler. Bu nedenle, Avrupalılar tiyatroya çok düşkün.

‘TİYATROYA YABANCI’

Tiyatroya başladığınız dönemle günümüz tiyatro anlayışı arasında ne gibi farklılıklar var?

Türkiye tiyatro kavramına çok yabancı, hala alışamadı. Bunda medyanın da etkisi var. Televizyon ve gazeteler artık başka şeylerle uğraşmaya başladılar. Eskiden yeni oyun başlıyor diye gazetelere fotoğraf gönderirdik birinci sayfaya basarlardı. Şimdi başka şeyler basıyorlar. Bir zamanlar Beyoğlu’nda Ses Tiyatrosu’nda Dormenlerle çalışırken bayramlarda 4 matine koyardık. 4 gün bayram, 8 oyun oynardık. Tıklım tıklım dolardı. Yılbaşında bütün tiyatrolar, dolar taşar, biletler karaborsaya düşerdi. Şimdi bakıyorsunuz yılbaşından 15 gün önce bütün tiyatrolar boşalıyor, yılbaşından 10 gün sonra ancak toparlanabiliyor. Bayramlarda ise herkes bir yerlere gidiyor. Toplum da değişti. Her şey, resim altı okumakla başladı. İnsanlar resmin altındaki yazıyı okuyup, gazeteyi atıyor. Herkese bir şeyler oldu. Seyircinin tiyatroya anlayışı gelişmedi. Adam, “Ben bütün gün yoruluyorum, bir de gece git, orada otur, oyun izle, zaten çok yorgunum” diyor. İnsanlarda, o keyif gelişmemiş, halbuki o yorgunluktan sonra, bir oyun seyretse başka bir ortama geçse, o yorgunluktan eser kalmayacak.

‘TİYATOROYA İHANET’

Bir oyuncunun gözüyle, tiyatro oyuncuları cephesinde neler değişti?

Devlet tiyatrosuna girdiğimiz yıllarda, Eylül ayı geldi mi, yüreğimizi çarparak giderdik tiyatroya, “bize ne oyun verdiler, yeni oyun var mı” diye. Bir heyecanla, yüreğimiz titreyerek rol almayı beklerdik. Aradan 40 yıl geçti, bakıyorum genç arkadaşlara; “Yaaa, gene rol vermişler, kardeşim yaaa!” diye şikayet ediyorlar. Kaç tane rol oynadın da bu hale geldin kardeşim? diye soruyorum ben bu genç arkadaşlara. Bir elinde çağrı cihazı, diğer elinde cep telefonu, dizi filmlerden, seslendirmeden teklif bekliyor. Aman, beni çağırsınlar diye. Tiyatro umurlarında değil. Oralardan, seni devlet tiyatrosunda çalışıyorsun diye çağırıyorlar kardeşim. Hep söylüyorum, birinci derecede senin için tiyatro gelmeli. İlk önce Devlet Tiyatrosuna gelin. Zamanınız kalırsa oralara gidersiniz. İlk önce tiyatro gelmeli. Tiyatro onun için üçüncü sıraya düşmüş. Ben bunu tiyatroya ihanet olarak görüyorum.
Mesela konservatuara yeni gelen öğrenciler, hiç birinden lokomotif diyebileceğimiz nitelikte öğrenci çıkmıyor. Çocuğa soruyorum, “neden Ankara’da değil de İstanbul’da sınava girdin” diye “Burası piyasaya daha yakın hocam” diyor. Yani aklı fikri, şimdiden televizyonda bir diziye kapağı atabilmek. Kimse artık “ben oyuncu olacağım” diye gelmiyor. Bir gün üniversite öğrencilerine ders vermeye gittim. Çocuklara Shakespeare dedim. Yüzüme boş boş bakıyorlar. Adını hiç duymamışlar, hayatlarında ilk defa duyuyorlar. Neredeyse bana, “ben de senin…” diyecekler. Zengin ailelerin çocukları, hepsinin altında son model araba var ama maalesef tiyatro olgusu hiç oluşmamış. Tiyatronun t’sinden haberleri yok. Yani üniversitelerde de durum pek parlak değil.

‘İŞİMİZ İĞNE İLE KUYU KAZMAK’

Biraz da Kenter Tiyatrosu’ndan konuşabilir miyiz?

Bizim işimiz iğne ile kuyu kazmak gibi. Özellikle, özel tiyatrolar için. Ekonomik koşullar işin içine girince çok zor oluyor. Biz nefesimizle bir tiyatro binası yaptık ama kimsenin umurunda bile değil. Kenter Tiyatrosu’nu biz tırnağımızla kazıyarak yaptık. Gişe endişesi duymadan hep nitelikli oyunlar oynamaya çalıştık. En çok yerli oyunlar oynayan özel tiyatrolardan biriyiz. Daima yeni yazarlar ortaya çıkarmak için yeni oyunlar oynadık. Dışarıda böyle bir şey yapsanız, el üzerinde tutulursunuz, sizi koyacak yer bulamazlar. Ben özel bir şey istemiyorum ama hiç olmazsa devletin özel tiyatrolara destek vermesi gerektiğini düşünüyorum.

Editör: Haber Merkezi