Nihayet bizimkilerin çektiği bir tarihî filmi ilgiyle ve yer yer sinemasal heyecanlar duyarak izledik. Özellikle de son yıllarda ucuz hamasete boğulmuş, yüzeysel heyecanlar uyandırmaktan başka bir işlevi olmayan, ideolojik olarak da egemenlerin ekmeğine yağ süren filmler ortalığı doldurduğu için sinema ve tarih arasındaki ilişkiye en azından bizim coğrafya özelinde inanmaz olmuştuk. Son dönemde TRT’nin çektirdiği Diriliş Ertuğrul (2014), Payitaht Abdülhamid (2017), Barbaroslar: Akdeniz’in Kılıcı (2021) gibi diziler kuşkusuz bir dizi olmanın ötesinde anlamlar taşıyor. Tarihî figürler üzerinden oluşturulan güçlü ülke algısı bu tür yapımların geniş kitleleri sürüklemek için merkeze koyduğu bilinçli bir tercih. Hâl böyle olunca tarihle gerçekten güçlü bir bağ kurmak ve onu daha insani biçimde yorumlamak bu yapımları izleyenlerin kapıldığı milliyetçi-muhafazakâr yapı içinde bana kalırsa pek de kolay değil.

TARİHÎ FİLM FURYASI

Böyle bir ortamda Hakikat: Şeyh Bedreddin’in ilaç gibi geldiğini söyleyebilirim. Dahası bence bütün o yüzeysel tarih anlatılarına ders verebilecek düzeyde iyi bir sinema filmi var ortada. Fatih Aksoy’un ‘Bizim neyimiz eksik, biz de yaparız’ kibriyle milyonlar harcadığı Fetih 1453 (2012) gibi gösterişli Amerikan Sineması taklidi bir ürün değil. Ya da yine Diriliş vb. dizilerin etkisiyle çekilen Deliler (2018) gibi yeni kuşakların aşina olduğu bir aksiyon estetiği kurma çabası yok. Ama iyi ki de yok. Öyle olsaydı bütün o çabalar boşa gider, anlatmak istediği tarihî figüre yaklaşımı anlamsız olurdu. Ayrıca böyle bir film projesi için düşük bütçeyle çekilmesine rağmen teknik düzeyi bakımından adı geçen bütün işlerden geri kalmadığı gibi estetik açıdan böyle bir filmin nasıl yapılması gerektiğini de gösteriyor. Umarım sektörde tarihî film çeken yönetmen ve yapımcılar Hakikat’i büyük bir dikkatle izlerler. Birilerinin ısmarladığı senaryoları, milliyetçi ayrıntılarla süsleyip pazarlamanın iyi film yapmak anlamına gelmediğini kavrayabilirler.

HAKİKAT’İN FARKI

Tabii filmin bu erdemlerinin sağlanmasında pek çok unsur bir araya geliyor. Her şeyden önce yapım şirketinin adı gibi neredeyse imece usulüyle yapılan bir iş var ortada. Yüzlerce isimden gelen destekler, çok az parayla çalışan set ekibi, bu projede gönüllü yer alan oyuncular filmi el birliğiyle ve ciddi bir azimle gerçekleştirmişler. Ve Hakan Alak’ın yönetmenliği bütün bunları perçinlemiş. Grup Yorum’un eski müzisyenlerinden Alak, sinemacı kumaşı olan, sağlam bir isim. Yıllardır farklı projeler yürütüyor, kısa filmler, müzik çalışmaları vb. içinde bu filmle rüştünü ispatladığını düşünüyorum. İlk uzun metrajdan beklenmeyecek bir hakimiyet söz konusu. Özellikle mizansenlerin kuruluşu ve birden fazla karakterin bulunduğu sahnelerin düzeni çok başarılı. Dahası buna estetik bir yön ekleyen kamera hareketleri ve oyuncuları mekâna yerleştiren kompozisyon tercihleri Avrupa duyarlılığında bir tarihî film izlediğim duygusu uyandırdı. Buna diyalogların yerli yerindeliğini de eklemek gerek. ‘Seyirciye bilgi vermek için aralıksız boş konuşan geveze tiplerle dolu tarihî filmleri düşününce Hakikat bu açıdan bir vaha gibi. Ayrıca filmin ses tasarımı son yıllarda duyduğum en iyi çalışmalardan biri. Buna elbette Alevi kültürü içinden yükselen Türküler ve müziklerin sadece gerekli yerlerde kullanılmasını da ekleyebilirim.

EMEK, HAK, ADALET İÇİN

Tabii konu Şeyh Bedreddin gibi tartışılan ve genelde sol kesimin sahip çıktığı bir tarihî kişilik olunca filmin burada nasıl durduğu da önemli oluyor. Bir tür didaktizme düşmemeye çalışıyor film her şeyden önce. Tabii Şeyh Bedreddin’in Nazım Hikmet’in ünlü destanında yücelttiği gibi emek, hak, adalet gibi kavramlar etrafında hareket ettiği yolundaki tarihsel anlatının doğru olmadığını aktaran tarihçiler de var. Bu alandaki tartışmada Şeyh Bedreddin’i tarihsel bir köken yaratmak için Nazım Hikmet’in öncülüğünde öne çıkarıp araçsallaştırdıklarını iddia ediyorlar. Bu açıdan bakılınca sağ’ın ürettiği din-milliyet ekseninde çekilen filmler gibi Hakikat’in de Sol’u temsilen yapıldığı ve devrimci değerleri politik malzeme olarak sunduğu söylenebilir elbette. Ve bu nokta daha uzun tartışılabilir. Fakat filmi izleyince siz de göreceksiniz ki Hakikat bütün bir sağ sinemanın yaptığı tarihî filmlerden çok daha insancıl, daha duyarlı, içten bir film. Bütçe sorunları yüzünden hikâyeyi en iyi şekilde anlatmanın yollarını bulmaları açısından bile övgüye değer. Çok daha yüksek bir bütçeyle ve daha geniş bir ekiple çekilseydi –tabii aynı ruhu taşımak kaydıyla- sinemamızın ürettiği en iyi filmlerden biri olabilirdi. Osmanlı paşalarını biraz karikatürize etmesi, ortalara doğru temposunun düşmesi, Şeyh Bedreddin’e kişilik olarak az yer verilmesi gibi kimi kusurları da var elbet ama bu dönemde böyle film çekilebileceğini görmek için bile izlemelisiniz. Özellikle de sinema salonlarındaki eşitsiz uygulamaya karşı çıkmak için. Hep Yek 4 gibi rezil rüsva bir film 336 salonda gösterime girerken Hakikat yalnızca 63 sinema salonunda kendine yer bulmuş ve Box Office sitesi verilerine göre iki haftada 9163 kişi tarafından izlenmiş. Bence vakit ayırıp bu değerli filmi mutlaka görün.




BİZDEN DE SERİ KATİL HİKÂYESİ ÇIKIYORMUŞ İŞTE!

Doğrusu benim için gerçekten özel bir keşif oldu Alef. Gerçi kıyıda köşede kalmış, eski bir yapım da değil. Salgının darmaduman ettiği geçen yıl, BluTV kütüphanesine gereken tanıtımlar yapılarak eklenmişti. Konuşulduğu ilk zamanlar izlemek kısmet olmadı. Geçen hafta Netflix’teki Kin faciasından sonra aklıma düştü. Bizdeki yaratıcı, yenilikçi polisiye film ve dizileri düşündüm. Sis ve Gece (2007), Av Mevsimi (2010) gibi belli bir düzeye ulaşmış örnekler olsa da bu alanda asıl başarılı işler son yıllarda diziler arasından çıktı. Masum (2017), Bozkır (2018), Şahsiyet (2018) gibi kendilerine has yapıları olan dizilerin ardından Alef bence bizde pek hakkı verilmeyen seri katil meselesi üzerine derinlikli bir anlatı olmayı başarmış.

Ana akım din anlayışının farklı görüşlere karşı sergilediği hoşgörüsüz ve baskıcı tutum, senaryonun çıkış noktasını oluşturuyor. Bu tip bir konuya eğilmek de nereden bakılsa cesaretli bir iş. İstanbul’da art arda işlenen ve birbiriyle hiç ilgisi yokmuş zannı uyandıran bir dizi cinayetin tasavvufi bir zeminden beslendiğini görüyoruz. Türkiye’de gerçekten seri katil var mı yok mu tartışması bir yana, dizinin inandırıcı bir yapı kurduğunu ve özellikle de efsanevi modern kara film Yedi’ye (Seven, 1995) benzeyen, çok güçlü bir atmosfer yarattığını belirteyim. Hele İstanbul’un bir öykü mekânı olarak sunuluş biçimine hayranlık duydum.

Cinayetleri çözmekle görevlendirilen iki polis var: Genç olanı Kemal, İngiltere’de karısını ve kızını kaybettikten sonra yurda dönen, modern araştırma yöntemlerine aşina biri. Yaşlı kurt Settar ise emekliliğine az kalmış, soruşturmaları daha çok sezgilerle ve eski yöntemlerle çözmeye alışkın. Bir polisiye şablonu olarak farklı karakterlerde iki insanı bir araya getiren hikâye yaşamlarındaki ‘kayıp’ travmasıyla karakterleri eşliyor. Öte yandan cinayetlerin sebebinin katı, ezici dini paradigmalar yüzünden fiziksel ya da psikolojik olarak hayatlarını kaybetmiş inançlılar düzleminde verilmesi dizinin sosyo-politik argümanlarını günümüzün hâkim İslâmi siyasetine göndermelere açık kılıyor. Aslında bu sebeple bile üzerinde düşünülmesi, tartışılması gereken bir iş Alef. Ama bana kalırsa onu daha da çekici kılan unsurlar, nefis bir sanat tasarımı, yıllar sonra bir dizide duyduğum en iyi müziklerden bazılarını besteleyen Mercan Dede’nin varlığı ve tabii ki son yılların bence en iyi yönetmeni Emin Alper’in ustalığı. Emin Alper olmasa bu projenin bu kadar başarılı olması pek mümkün gelmedi bana. Gerçi ilk kez kendisinin yazmadığı bir senaryoyu çekiyor ama dizinin sinematografisi onun vizyonuna çok şey borçlu.

İnandırıcılıkla ilgili kimi sorunlara, bazı klişelerin kaçınılmaz varlığına rağmen özellikle karakterler arasındaki diyaloglarda bıraktığı boşluklarla öyle tedirgin edici, farklı bir hava var ki bu diziye çok yakışmış. Henüz izlemediyseniz fırsat düşürüp izlemenizi öneririm.