BATIGÜN SARIKAYA / İZ DERGİ - Binalar yıkılıyor, kentler değişiyor. Yerleşik yaşam kültürü ise göz ardı ediliyor. Kentsel dönüşüm, yerel yönetim süreçlerinde son yılların en önemli gündemi. Sosyal hayatı bire bir etkileyen, epey de tartışmalı bir alan. Peki sanatsal ürünler, özellikle de sinema konuya nasıl bakıyor? Bir dönemin efsanesi Radikal Kültür ve Radikal Kitap’ı yöneten, şimdi Doğan Kitap’ta Yayın Direktörü görevini sürdüren, kültür-sanat gazeteciliğinin değerli ismi Cem Erciyes’le sinemanın ‘kentsel dönüşüm’ü nasıl ele aldığını konuştuk.


İZ DERGİ'NİN TAMAMINA ULAŞMAK İÇİN LÜTFEN DOSYA LİNKİNE TIKLAYINIZ

bayraklı iz dergi.pdf


‘DÖNEMİN SİMGESİ’

Kentsel dönüşüm, son otuz yıllık dönemde sık karşılaştığımız bir terim. Yıllar içinde giderek kanıksandı ve bu konuda bir tür alışkanlık oluştu. Ayrıca bu kültürün biçimlendirdiği bir algı söz konusu. Sizce kentsel dönüşüm süreci, özellikle sanatsal kavrayış olarak dış dünyayı algılayışımızı değiştirdi mi?

Kentsel dönüşüm sanki onlarca yıldır var olan bir kavrammış gibi kanıksandı, haklısınız. Zaten bu nedenle ben içinde yaşadığımız dönemin simgesinin kentsel dönüşüm olduğuna inanıyorum. Çünkü bu kentsel dönüşüm dediğimiz şey, Ak Parti iktidarının ‘inşaat ve müteahhit’ odaklı ekonomi modelini de, kamusal ve özel tüm yapı stokları eriyip yerine yeni ve daha irilerinin yapıldığı kentlerimizin ve gündelik hayatımızın değişimini de, siyasetin her tür otoriter tavrını ve halkımızın bin bir çeşit açgözlülüğünü de simgeliyor. Yani bundan çok sonra bile ‘kentsel dönüşüm’ dendiğinde sanıyorum 2000’li yılların ilk çeyreğini anlayacak Türkiye insanı.

Tabii aslında kentsel dönüşüm o kadar da eski bir kavram değil. Yani siz dediniz ya 30 yıl diye; ben emin değilim o kadar olduğundan. Aslında felaket sonrası kentleri derleyip toparlamak için kullanılan bir terim bu. Bizim de hayatımıza 1999 depreminden sonra girdi. Hatta konuyla ilgili gerekli yasa ve düzenlemelerin çıkması 2010’ların başını buldu. O zamandan beri herkes oturduğu binayı yıktırıp yenilemek hayali içinde. Bakarsanız bu, depremden korunmak içinmiş gibi ama hayır! Aslında İstanbul’un -ya da yaşadığımız kent her neresiyse oranın- rantından kendi payımızı kopartmak için istiyoruz bunu. Dolayısıyla iktidarın inşaat merakını köpürten bir toplumsal histeri hâli içindeyiz. Ve her yerimiz yıkım-yapım faaliyetleriyle dolmuş durumda. Bu inşaatlar, yıkımlar-yapımlar bütün bireylerin, ailelerin, toplulukların, mahallelerin ortasından geçiyor. Bütün ilişkilerin içinde az ya da çok mutlaka bir ‘bina’ meselesi var. Hem görünür çevremiz, yani yaşadığımız kentler, hem insani ilişkilerimiz kentsel dönüşümden bu kadar etkilendiği için sanıyorum, günümüzün yaratıcı bireyleri de bu konuya dokunuyor. Edebiyatta da var bu konu, mesela Orhan Pamuk’un Kafamda Bir Tuhaflık romanında temel meselelerden biridir İstanbul’un rantından yararlanma merakı. Daha genç kuşakların kitaplarında da çokça yer alıyor kentin değişimi, bitmek bilmez inşaatlar. Ama sinema kadar hiçbir sanat dalı bu konuyla ilgili değil. Sanki son yıllarda iki tür film çekiliyor, birincisi benim artık çok çok sıkıldığım taşraya dönüş, çocukluğa gidiş filmleri. Sanki baskı altındaki İran sineması gibi durmadan çocukluk filmi çekip duruyor Türk sineması da. Daha az çekilen kentli filmlerin ise hemen hepsinin bir şekilde kentsel dönüşüme dokunduğunu görüyorum.

SİNEMA, ÇAĞINA TANIKLIK EDİYOR

Bu sürecin sosyo-ekonomik beklentilere dönük olarak ticari amaçla yönetildiğini görüyoruz. Kuşkusuz kent politikaları özellikle son yirmi yılda neo-liberal ekonomik taleplere göre yürütülüyor. Sanat ve kültür anlatıları, bu tür beklentilerle örtüşüyor olabilir mi?

Tabii bu kentsel dönüşüm dediğimiz şey tamamen neo-liberal politikaların bir ürünü. Türkiye’de özellikle sağ siyasetin rantçı yaklaşımlarıyla da fena halde alakalı. Benim inandığım bir şey var, sağcı bir belediye ile solcu bir belediye arasındaki temel fark kamusal alan politikalarında kendini gösterir. 80’lerden bu yana neo-liberal politikaların etkisi altında kent yönetimini sınırsız bir kârlılık, kazanç ve pragmatizm ile yürütmeyi matah bir şey sanan muhafazakâr sağ belediyeler her zaman gelir getirecek inşaatların peşinde koşarlar. Bu inşaatların kime gelir getirdiği de tartışılır, kente, müteahhite, orayı işletecek olana vs. Ne zaman boş bir arazi bulsalar ya da eski bir kamu yapısı dönüşüme uğrayacak olsa oraya hemen bir AVM, toplu konut, şimdilerde rezidans vb. yapmayı akıl ederler. Akıllarına başka bir şey gelmez. Buna karşın sol belediyeler de ne zaman bir boş alan bulsa orayı park, bahçe, restoran, kültür merkezi vs. yapmaya çalışır. Eski terk edilmiş kamu yapılarını da buna benzer şekillerde işlevlendirmeyi tercih ederler. Bunun tabii ki solun kamusal alan algısıyla ilgisi var. Kalabalıkların bir araya toplanacağı meydanları, her kesimden insanın mümkün olduğunca bir araya gelip vakit geçireceği parkları, kafeleri seven bir ideolojik alt yapı kendini gösteriyor bu tercihlerde. Aynı şekilde meydanlarda toplanmanın kötü bir şey olduğuna inanan bir ideolojik arka plan, her zaman kamusal alanları özel alanlara dönüştürmeye gayret ediyor. Yani sağ belediyelerin bina ve AVM düşkünlüğünün arkasında hem ‘rant – kazanç’ refleksi hem de kamusal alandan kaçınmak, toplumu aile düzeyinde parçalayıp onu da ev gibi özel bir alanın içinde tutmak gibi temel yaklaşımlar etkili oluyor.

Sanat ve kültür üretiminin anlatıları ise günümüzün rant tutkusunu görüyor. Bir örtüşmeden bahsetmek gerekirse bence içimizdeki bu kazanç tutkusunu, toplumu ve siyaseti saran bu yapılaşma merakını anlatıyor. Günümüz ticari sinemasının bu konularla pek ilgilendiğini söyleyemeyiz; ben hiç bilmiyorum hatta. Ama sanat sineması, festival filmleri dediğimiz alanda sayısız iş üretiliyor. Yani sinema, çağına tanıklık ediyor bence.

MAHALLEYE ÖVGÜ VAR

1960’larla birlikte sinemamızda eleştiri merkezinde göç olgusu var. Gecekondu bölgelerinde yaşam, yoksulluk ve dışlanmayı ele alan, çarpık kentleşme odağında bazen oldukça sert eleştiriler getiren filmler; Düğün, Bitmeyen Yol, Bir Avuç Cennet aklıma hemen gelenler. Hatta Kemal Sunal’ın ana akım komedi filmlerinde bile (Gülen Adam vb.) bu sorunsala önem verilmiş. Günümüzde ise bağımsız filmler dışında konuyu ciddiyetle ele alan ana akım film bulmak zor. Bunun nedenleri neler olabilir?

Evet, bir dönem göçün kentteki simgesi ‘gecekondu’ydu. Dolayısıyla köyden kente göç edenlerin yaşadığı kültürel ve sınıfsal çatışmayı anlatan tüm eserler mutlaka dönüp gecekondu mahallelerine bakıyordu. Burada özellikle dönemin ruhuna da uygun biçimde ‘sınıfsal’ bir bakış açısı öne çıkıyordu. Saydığınız filmlere daha onlarcası eklenebilir, hatta Orhan Gencebay’lı arabesk filmler, Kemal Sunal’a ekleyebileceğimiz İlyas Salman, Şener Şen’li filmler de var… Tabii bakış açıları çok değişti, sanıyorum sol düşüncenin de mevzi kaybetmesiyle ‘sınıfsal’ bakış açısından yaratıcı kesimler de uzaklaştı.

Bugün de sanat sineması bu konuya sıklıkla eğiliyor. Şimdi hemen aklıma tipik bir örnek olarak festivallerde epey başarı sağlamış bir film, Seren Yüce’nin ‘Çoğunluk’u geliyor. Ya da çok yeni bir örnek Özen Yula’nın birkaç ay önce çıkan romanı Her Zerre Kara. Kentin çeperinde yaşayanlara bakıyorlar, içinde bulunduğumuz sistemi eleştiriyorlar. Ama bunu politik bir söylem geliştirmekten çok bizi bu olguyla baş başa bırakarak yapıyorlar.

Peki ana akım acaba ‘gecekondu’ya bakmıyor mu artık? Ben bundan çok emin değilim. Artık oralara gecekondu mahallesi demiyoruz malum. Varoş deniyor, kentin çeperleri ya da periferi deniyor, hatta ‘mahalle’ deniyor. Bir dönemin gecekondu bölgelerinin, özellikle Müslüman kimliğine dört kolla sarılan muhafazakâr kitlelerin yaşadığı yerlerin 2000’ler Türkiye’sinde gözde bir hâl aldığını biliyoruz. Bugün ‘mahalle’den söz eden ciddi bir birikim var. Edebiyatta, televizyonda ve sinemada. Bu mahalle komedilerinin, dramlarının bir zamanlarının gecekondu filmlerine denk geldiğini söyleyebiliriz bence. Bugün de ‘mahalle’ ister kentin merkezindeki eski semtler olsun ister çeperdeki yeni semtler, belli miktarda bir yoksulluk, geleneksellik, kırsallık ve tüm geleneksel ilişkileri içeriyor. Tabii o eski filmlerle bugünküler arasında çok önemli bir fark var. 70’lerin eleştirel tavrı bugün yerini başka bir şeye, öven ve yücelten, eski ilişki biçimlerini efsaneleştiren bir dile bıraktı. Yoksulluğun mekânı olan mahalle kültürel olarak yüceltiliyor ve bu hâliyle olduğu gibi kabulleniliyor. Bu mesela Oktay Akbal’ın öykülerindeki 1940’ların yoksul mahalleleri anlatışından çok farklı. Onda bir hüzün ve yoksulluğa dönük bir eleştiri vardır. Zaten 1970’lerin toplumcu söyleminin öncülüdür onlar. Ama bugün mahalleye dönük övgü; bir kendinden, hâlinden memnuniyet içeriyor.

Kentsel dönüşüm bütün bu ilişkileri bozan, dağıtan, yok eden bir şey aslında. Ama ana akım ve popüler kültür işin bu yanıyla ilgilenmiyor. O, yine eleştirel dil takınabilen sanatçılara ve onların ürettiği romanlara, filmlere kalıyor.

TOKİ BLOKLARINDA ÇOK FİLM ÇEKİLİR

Gökdelenler, plazalar, rezidanslar kent yaşamında yeni iş ve birey ilişkileri yarattı. Dizilerde pek çok örneğini gördüğümüz bu durum, ailenin, mahalle kültürünün değişimi veya yok oluşu ekseninde ele alınıyor. Bu dönüşüm, belli yaşam tarzlarını dayatıyor mu?

Kentsel dönüşüm aslında depremden bizi koruması için gündeme gelmiş bir uygulama. Ama tamamen rantsal dönüşüm halini aldı. Benim yaşadığım İstanbul’da en kötü yapıların olduğu zemini bozuk semtlerde hiçbir şey değişmiyor ama kentin en pahalı yeri, Bağdat Caddesi baştan aşağı yenilendi. Yıllardır bir inşaat sahası gibi orası. Çünkü orada apartmanlara bir kat daha eklemek müteahhitlere kazandırıyor, o evlerin içinde yaşayanların bu işe harcayacak parası da var... Yani Bağdat Caddesi civarını daha da zenginleştirdi kentsel dönüşüm. Yoksullara ise bir faydası olmadı. İşte özel yasalar ve yönetmeliklerle evlerinden atılan Tarlabaşı, Sulukule ve zengin olma hayalleriyle resmen dolandırılan Fikirtepe sakinleri bu işin acı yüzünü oluşturuyor. Tüm bunların ardından İstanbul’da, İzmir’de depreme dayanıksız milyonlarca bina hâlâ duruyor, hepimiz bunların içinde oturuyoruz. Çünkü kamu, bu işe hiç elini sürmüyor, her şey piyasanın gizli eliyle olsun bitsin diye bekliyorlar; o gizli elin kimin işine yaradığını da işte görüyoruz. Bu kentsel meseleler bağlamında adını anmadan geçmeyelim istediğim bir kurum var: TOKİ. Uzun yıllar içinde rantsal dönüşümü hiç bitmeyen Türkiye’de kentlerin yerel dokuları zaten yok oldu gitti. TOKİ eliyle yeni devasa bloklardan oluşan uydu kentler ekleniyor Türkiye’nin her yerine. Bu da sosyal, mimari ve kentsel bir mesele olarak geleceğimizde yerini alacak. Bu bloklarda daha çok filmler çekileceğini düşünüyorum.

BELGESEL DAHA ETKİLEYİCİ

Kentin tarih ve bellekle kurduğu ilişkiyi ele alan, ‘betonlaşma’yı tüm çıplaklığıyla sergileyen Ekümenopolis (2011) ve Ah Gözel İstanbul (2020) gibi çok değerli belgeseller var. Bahsettiğiniz TOKİ gibi tek tipli ve sıkış tepiş binalar üzerinden bir şehrin nasıl kaybolup gittiğini gösteriyorlar. Bu açıdan belgesel sinemanın kentsel dönüşümün yarattığı sorunları daha kesin, nesnel biçimde belgelediğini söyleyebilir miyiz?

Tabii belgeseller daha etkileyici. Çünkü bizi çarpıcı verilerle karşılaştırıyorlar. Bu biraz da günümüz sinemasındaki eğilimle ilgili. Yani belgesel hiç olmadığı kadar yükselişte. İnsanlar belgesel seyrediyor gerçekten. Eskiden dalga geçildiği gibi, anketlere verilen bir cevaptan ibaret değil “belgesel seyrediyorum”. İnsanlar gerçekten izliyor. Sinemanın, gazeteciliğin, televizyonculuğun bir biçimi bu. Sanatla gazeteciliğin, araştırmacılığın iç içe geçtiği bir alan. Ekümenopolis neredeyse on yıl oldu ama içinde bulunduğumuz kentsel boğulmayı en iyi anlatan işlerden biri olarak hâlâ gündemde. Ah Gözel İstanbul ise belgesel sinemaya dair söylediğim durumun kusursuz bir örneği gibi. Malum, yönetmeni Zeynep Dadak sinema yazarıydı, sonra Mavi Dalga adında çok güzel bir kurgu film yaptı (Merve Kayan’la birlikte yönetti.), sonra da güzel, bol ödüllü bir belgeselle çıktı izleyicinin karşısına... Bunlar artık iç içe geçen uğraşlar; sanatçı aynı zamanda bir gazeteci gibi farklı işlevler de üstleniyor günümüzde. Pek çok güncel sanatçı var, bienallerde, sergilerde bize üzerinde çalışılmış datayı, bilgiyi sunan ve farklı bakış açıları öneren. Ama tabii belgeselcilerin cesareti, kurgu film yapanlarda yok diyemeyiz.

ELEŞTİREL ESERLERE MERAK ARTTI

Gazete Duvar’da bu konuda çok değerli bir yazınız var, geçen yıl Altın Portakal film festivalinde yarışan filmler arasında kentsel dönüşümün bir motif olarak öne çıktığını belirtiyorsunuz. O filmlerden Hayaletler, artık tümüyle bir aidiyetsizlik mekânına dönüşen büyük şehri çok iyi yansıtıyor bana göre. Sizce son dönemdeki kurmaca filmlerde konu hangi boyutlarıyla ele alınıyor, anlatı açısından bu filmleri başarılı buluyor musunuz?

Yazıyı okumuş olmanıza sevindim, burada andığınız için teşekkürler. Evet, son dönemin kurmaca filmlerini beğeniyorum. O yazıda da işaret etmiştim, Hayaletler, Çatlak, Dersaadet Apartmanı, Kumbara, Ah Gözel İstanbul bu konuyla ilgili filmlerdi. Mesela Hayaletler, bana sorarsanız sözünü sakınmayan bir belgeselden daha açık sözlü ve etkili, meselesini anlatmakta. Kamera kullanımlarını vs. belgeselci bir dile yakın bulanlar da var. O kadarını bilemiyorum ama bu filmin gücü; sözünü sakınmamasından, alegorilere, metaforlara çok fazla saplanmayıp doğrudan ve cesaretle, yüksek sesle söylemesinden kaynaklanıyor. Elbette yönetmenlik, oyunculuk, görüntü yönetimi gibi sinemaya dair pek çok artıları da var. Biliyorsunuz, genç bir ekip yaptı bu filmi. Bu, belki de önümüzdeki dönemde bu sinema dilinin daha da güçleneceğinin habercisi olabilir. Ama filme Antalya’da beş ödül birden veren seçici kurul Ercan Kesal başkanlığında orta yaş ve üstü sinemacılardan, yazarlardan oluşuyordu. Yani hepimizin eleştirel sanat eserlerine merakı arttı ama bunu yeni bir dille güçlü bir filme, iyi bir romana dönüştürmek şartıyla. O zaman sanatçılar da emeklerinin karşılığını alacak bence, Hayaletler bunun ispatı gibi.