Hazırlayan: Batıgün SARIKAYA
instagram: @sinefilolog @sinegezgin
e-posta: [email protected]

SİNE-SÖZ

"Kadınlar hakkında konuşurken sesimi yükseltiyorum; çünkü ben de bir kadınım. Endüstrinin en üst düzeyinden en alt düzeyine kadar çalışanların ücretlendirilmelerindeki haksızlıkları ve eşitsizlikleri görüyorum. Bu her endüstride ve kültürde var. Kadınların yetkilerle güçlendirilmesinden bahsetmiyorum. Bahsettiğim, insanlığın güçlendirilmesiyle ilgili." (Merly Streep)

SİNE-SÖYLEŞİ

4. ULUSLARARASI KADIN YÖNETMENLER FESTİVALİ BAŞLIYOR

Bir film festivali düzenlemek, hele de bunun sürekliliğini sağlamak pek çok açıdan zorlu bir serüven demek. Karşınıza çıkan yığınla güçlüğü aşmak için sabırla, özenle çalışmanız gerekiyor. İzmir, son dört yıldır bu açıdan çok şanslı: İzmirli sinemacılardan Gülten Taranç öncülüğünde 2018’de “Kadın Yönetmenler Haftası” olarak başlayan cesur girişim, salgın koşullarına rağmen dördüncü kez ve uluslararası olmayı hedefleyerek hayata geçiyor. Geniş bir tarihe yayılan, 39’u ilk defa izleyici karşısına çıkacak 95 filmin İngiltere, Kosova ve Türkiye’de gösterileceği, renkli, heyecanlı ve tutkulu bir serüven bu. Festivalin bu yılki teması Festival direktörü Gülten Taranç tarafından ‘süper kahramanlık’ olarak açıklanmıştı. Hem kadınların sinema sektöründe üretim yapmasının hem de bağımsız festival düzenlemenin aslında bir süper kahramanlık işi olduğuna vurgu yapan temanın sloganıysa “sığamıyoruz” olarak belirlendi. 1 Mart’ta çevrim içi olarak yolculuğuna başlayacak bu harika festivalle ilgili Gülten Taranç’la Kadın Yönetmenler Derneği’nde buluştuk:

Erkek egemen söylem ve üretimin hâkim olduğu bir piyasada Kadın Yönetmenler Festivali düzenlemek çok değerli bir girişim. Festivalin amacından kısaca bahseder misiniz?

Bizim derdimiz çok belli. Biz kadın yönetmenler festivali olarak herhangi bir filmi ya da oyuncuyu değil kadın yönetmenin emeğini görünür kılmaya çalışıyoruz. Günümüzde Kadın filmleri dediğimiz zaman daha ziyade filmler ve oyuncular ön planda oluyor. Festivalde ise kendi içimizde yaptığımız organizasyonlar var. “ZoomaZoom” adıyla yapılacak çevrim içi bir etkinlikte, fiziksel olarak bir araya gelmemiş olsak da sektörün sorunlarını çözmek, dayanışma içinde olmak için bir araya gelmeyi amaçlıyoruz. Velhasıl derdimiz emeklerimizin karşılığını alabilmek, telif haklarını savunmak. Bu yüzden de çok zorlu bir yola çıktık aslında.

Festival fikrinin doğuşu ve sürecin gelişimi nasıl oldu?

Biz 2018’de Kadın yönetmenler haftası adıyla başladık. İlk yılımızda 11 kadın yönetmenin ilk uzun metraj filmlerini gösterdik. “İlkler Unutulmaz” teması içinde. Sonraki yıl yine hafta olarak devam ettik. Daha fazla etkinlik, paneller, atölyeler, söyleşiler düzenledik. Bu tema devam etti. İkinci yıl “on yönetmenden yalnızca biri kadın” sloganı merkezdeydi. 3. yıl festival olma kararı aldık, 35 konuk yönetmen ağırladık İzmir’de 2020’de. 40 film gösterimi oldu. Çok sayıda İzmirli yönetmen vardı. Bu yıl da dernek kurarak uluslararası nitelik kazandık. Bu noktada kadın yönetmenlerin filmlerini uluslararası platformlara taşımayı hedefleyerek uluslararası düzeyde çalışmaya başladık. Önümüzdeki hafta Britanya Türk Kadınları Derneği ve East Anglia Üniversitesi işbirliğiyle İngiltere’de, Gerçek Derneği işbirliği ile de Kosova’da Türkiye filmlerinden oluşan seçkiler gösterilecek. Türkiye’de ise uluslararası yapımlar 1-7 Mart arasında çevrim içi izlenebilecek. Balkanlardan da çok ciddi bir başvuru oldu.  Balkan filmlerinin yarıştığı ayrı bir seçkimiz oldu. Geçen yıl onur ve emek ödüllerimiz vardı ama bu yıl yarışma kategorimiz de açıldı.

Onur ve Emek Ödülleri’nde bu yıl kimler var?

Türkiye’nin ilk kadın sinema eleştirmeni yazar Sevin Okyay Sinema Yazarlığı kategorisi Emek Ödülünü, East Anglia Üniversitesi’nden Prof. Eylem Atakav Akademi Başarı ve önceki yılın en iyi belgesellerinden Bal Ülkesi’nin yönetmenlerinden Tamara Kotevska da Yönetmen Başarı Ödülünü alacak. Balkanlardan ayrı bir seçkimiz olduğu için oradan bir yönetmene başarı ödülü vermek istedik. Ayrıca 26 Nisan-5 Mayıs arasında Türkiye ve Balkan filmlerini Türkiye’den çevrim içi olarak izleyebileceğiz.

Fiziki koşullarda da gösterimler olacak mı?

25-30 Haziran tarihleri arasındaki seçkimiz fiziki olarak İzmir’de gösterilecek. İngiltere ve Kosova’da da pandemiden dolayı şimdilik gösterimler çevrim içi olacak.  Pandemi sonrası koşullarda gösterimler için bağlantılara geçtik. Ayrıca Mekadonya, Brezilya, Meksika, Sırbistan gibi ülkelerden film enstitüleriyle görüşüyoruz. Türkiye’den filmleri daha fazla uluslararası platforma ulaştırabileceğimiz bir sistem kurduk. Bu arada internet network’ünü, yazılım ve sitem olarak da kendimiz kurduk.

Bu yıl dernek olarak faaliyete geçtiniz, ekipten biraz bahsedebilir misiniz?

Kadın Yönetmeler Derneği’ni ekip olarak kurduk. Başkan yardımcımız ayrıca festivalin Direktör Yardımcısı sinema yazarı Duygu Kocabaylıoğlu Arazlı, uluslararası koordinatörlerimiz Dr. Zeynep Merve Uygun ve Dr. Ebru Beyazıt. Bir Balkan temsilcimiz var: Nena Popovic. Bunların da içinde olduğu bir dernek. İzmir’de de genelde sinema öğrencilerinden oluşan küçük bir ekibimiz var.  Aslında çok küçük bir ekiple gerçekten büyük bir işe kalkıştık. Üç farklı tarihte ve ‘sığamıyoruz’ dedik. Gerçekten de ne tarihlere sığıyoruz ne programlara.

Bu yılki sloganınızı “Sığamıyoruz” olarak belirlemiştiniz. Bu slogan nasıl ortaya çıktı?

Evet, aslında temaları, konsepti bir yıl önceden belirliyoruz. Tanıtım filmlerini hazırlıyoruz. Pandemi öncesi “süper kahramanlık” idi temamız. Sinema gerçekten zor bir sanat dalı. Çok kolektif, bir araya gelmeden yapılacak bir iş değil. Bu süreç pandemide daha da zor. Kadın yönetmenlerin üretim sıkıntılarıyla birlikte erkek yönetmenlerin de sıkıntıları artacaktır. Bu arada enteresan bir şekilde şunu belirteyim, derneğimizin erkek üyeleri de var, Kadın Yönetmeler Derneği deyip sadece kadınlara açık bir platform kurmadık. Aslında oran yüzde 50’yi bulduğu anda bu kadın ibaresini kaldıracağız. O zamana kadar böyle kadın yönetmenler festivali ve derneği olarak devam edecek. Tabii bu oranın eşitlendiğini ben yaşayıp görebilir miyim bilemiyorum. Bu arada “Sığamıyoruz” sloganının da hikâyesi şöyle oldu: Geçmiş yıllardan bir destekçimizle görüşmeye gittik, festivalden ‘kadın’ı atabilir miyiz dedi, “Nasıl yani?” dedim, ‘Yönetmenler festivali olsun, zaten film yönetmenin filmi.’ diye yanıtladı. Kısacası o kadın’ı atma hikâyesinden yola çıkarak doğdu bu slogan. Çok sinirlendim çünkü.

Festivale katılan filmleri hangi ölçütlerle ele alıyorsunuz?

10 kriterimiz var. Bunu ön juri ve jüri üyeleri görebiliyor. Bu yıl merkezinde ana karakteri güçlü kadın olan hikâyeleri tercih ettik.

Bu kriterler yıldan yıla değişecek mi?

Şöyle, tematik olarak değişecek. Ama biz filmi teknik olarak da ele alıyoruz, yaratıcı ve vizyoner projeleri kabul etmeye çalışıyoruz. Seçemediklerimize de FacetoFace kuruluyla neden seçilmediklerini anlatıyoruz. Yani festivalin böyle bir yapısı var. Olabildiğince kimsenin kalbi kırılmadan ve gerçekten bir şeyler öğrenip paylaşarak ve bizimle etkileşim içinde olarak ayrılmalarını istiyoruz. Mesela geçen sene FacetoFace’de olan bir filmin yönetmeni başka bir filmiyle festivale katıldı. Çünkü motivasyon çok önemli. Bizim işimiz olabildiğince bir arada kalarak motivasyonumuzu artırmak. Dernek ve festival aracılığıyla bu birlikteliği sürdürmek istiyoruz.

İlk filmini çekmek isteyen kadın yönetmenlere ve sinemayı seven herkese alan açmak ve onları desteklemek için hedefleriniz neler?

Dağıtımla ilgili hedeflerimiz var. Çünkü yurt dışı bağlantıları kurarak çeşitli film paketleri yapabiliriz. Bununla ilgili projelerimiz var. Bir network ağı yaratmaya çalışıyoruz. Bu sene film gönderen 80 yönetmen var, geçen sene 40, ondan önce 25’ti bu sayı.

Bu, aynı zamanda başvuranların sayısı mı?

Yok, bu yıl 150 başvuru oldu 30 ülkeden. Şu ana kadar 130’a yakın kadın yönetmen networkü oluştu. Festival sayesinde işbirlikleri için başlangıçlar oldu. Bunu çok iyi niyetle yapıyoruz. Herkes birbirinden haberdar olsun, insanların bu kadar yalnız olduğu bir dönemde bence önemli bir şey. Ben hem yönetmen hem müzisyenim, maddi kazanç derdinde olsam bu işe kalkışmazdım.

Son zamanlarda sinema sektörünün İzmir’e gelme çabaları, film platoları kurma gibi fikir ve çalışmalar var. İzmir Sinema Ofisi gibi nitelikli girişimler oluyor. Bu noktada yerel ölçekte İzmir’de sinema üretmek isteyenlerin desteklenmesi, sektördeki yerleri açısından yorumunuzu merak ediyorum.

Sinema ofisiyle de bir etkinliğimiz var. İlk toplantıdan da anladığım kadarıyla, amaçları dışarıdan insanların gelip İzmir’de film çekmeleri. Bizim amacımız ikisi birden. Ama daha çok İzmir’de sinema üretimi yapan insanları desteklemek. Tabii dışarıdan yönetmenler, yapımcılar da buraya gelsin. Biz dışarıdan arkadaşlara da açığız ama önce İzmir’de üretim yapanların potansiyellerini artırmak niyetindeyiz. Bu işin İzmir İstanbul’u da çok kalmadı açıkçası. Şimdi her şey online gidiyor. İzmir’de çok ciddi doğal platolar var. Ciddi potansiyel var. Ve bunu değerlendirmek gerekir. İstanbul’a kaçanları tutmak bile yeterli diye düşünüyorum.

Son olarak basın ve medyanın festivale ilgisini nasıl buluyorsunuz?

Festival tarihleri 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’ne denk geldiği için olumlu ve şimdilik yeterli bir ilgi var.

SİNE-YORUM

Türkiye Sineması’nın gerçekten ilginç simalarından biri kuşkusuz Onur Ünlü. Ayrıca kendisi Ah Muhsin Ünlü adıyla bir şair, müzisyen, reklamcı, oyuncu, hatta sanatsal eylemlerinden ötürü bir performans sanatçısı olduğu bile söylenebilir -herhalde. Onur Ünlü, geçen yıl “hayatımı satıyorum” adlı bir internet sitesi kurdu. Filmlerinde yarattığı absürt dünyanın yansıması gibi bir dil ve stille tasarladığı sitesinde yaşamına ait maddi manevi ne varsa satılığa çıkardı. Baştan aşağı bir tür trol ruhuyla kotardığı sitede, satılığa çıkardığı ürünlerle ilgili açık artırmalar da yapıyor -ya da yapıyor görünüyor. Bütün site, mevcut düzene dair (sadece Onur Ünlü’nün zihninin bilebileceği) kocaman bir şaka da olabilir, yönetmenin şaşırtıcı (!) dünyasında saçma-gerçeklik yaratmış bir tür deneme de. Burasını gerçekten anlayabilmiş değilim. Ama üstat geçenlerde yeni filmi Put Şeylere’nin 1 Mart itibariyle sitede beş kısım hâlinde yayınlanacağını duyurdu. Dahası sitede, 1 Nisan’da (şaka gününe atfen herhalde) Onur Ünlü Stand-up gösterisi ve 1 Mayıs’ta da İstanbul’un Helaları adlı bir proje gösterilecekmiş. (Bu arada projeyle ilgili hiç bilgi yok.) Bütün bunlar için abonelik bedelini 29 TL olarak belirlemişler. Bu kısım gerçek gibi, çünkü tıklayınca bir ödeme sayfası açılıyor.

Ne yalan söyleyeyim, ben üstadın sinemasından pek de haz etmiyorum, ama nev’i şahsına münhasır biri olduğu da su götürmez bir gerçek. Bu site çalışması da sanatsal eylemlerin bir tezahürü olabilir kuşkusuz. Ya da belki sinema, tv ve eğlence sektörünü tekeline alan Netflix, BluTv, Amazon, Exxen gibi platformlara bir başkaldırı gibi mi okumalı bunu, herhalde zamanla daha iyi anlayabileceğiz. Aslında imkânı ve hayal gücü olan herkesin kendi içeriklerini yayınlayıp satabileceği bireysel platformlar gibi uçuk kaçık bir fikrin öncülüğünü yapıyor bile olabilir sayın Ünlü. Merak edenler siteye şu adresten ulaşabilirler: www.hayatimisatiyorum.com

SİNE-HABER

BluTV’de film şenliği

BluTv’de bir süredir tam bir film festivali yaşanıyor. Türkiye’de birkaç yıldır iyice belirginleşen yeni formatların yaygınlaşmasını biraz BluTv’nin vizyonuna borçluyuz. Sinema filmleri açısından önceki yıllarda kütüphanesi biraz zayıf olan platform son bir iki aydır müthiş filmler ağırlamaya başladı. Hem popüler kültüre hem de sanat filmlerine yer verişiyle çok iyi bir denge tutturuyor. Asghar Farhadi, Hirokazu Kore-Eda, Abbas Kiyarüstemi gibi çok değerli yönetmenlerin nefis filmleri yanında son dönem festivallerde gördüğümüz bağımsız yapımlara da (Guilty, Force Majeure, Square, Paterson vb.) ev sahipliği yapıyor. Üyelik bedelinin düştüğü bu dönemde, hangi platforma üye olsam diyenler için bence biçilmiş kaftan.

Ayrıca bu ay, çok keyifli bir sürprizle, tür sinemasını desteklemek için 2007’den beri düzenlenen Sinepark Kısa Film Festivali’nde geçen yıl yarışan kısa filmlerden harika bir seçkiye yer veriyor. Büyük kısmı 2019 yapımı olan filmler, salgın koşullarından dolayı çevrim içi olarak izlenmişti. İşte farklı türlerde gezinen o film seçkisi: Fabrika (Batuhan Köksal,2017), Taş (Alican Yücesoy), Yasemin Adında Bir Salon Bitkisi (Erinç Durlanık), Kıyı (Özkan Bal), Tüm Çiçeklerin Anası (Merve Çaydere Dobai), Monolog (Selin Akalın), Göremediğimiz Tüm Işıklar ( Şeyhmus Altın), Fizan (Baturay Tunçat, 2020).

SİNE-KRİTİK

BEKLENENİ VEREMEYEN BİR BELGESEL

DURU OLMAK

(Türkiye, 2020, 90 dk.)

Y: Mu Tunç

O: Nükhet Duru, Kenan Doğulu, Teoman Funda Arar vd.

Filmin notu: **

Son yıllarda belgesel sinema; biyografik öykülere farklı perspektifler açarak yenileyici, duyarlı, özgün örnekler sunmaya başladı. Micheal Jackson’s This is it (2009), Senna (2010), Searching For Sugar Man (2012), Amy (2015), Hitchcock/Truffaut (2015), Diego Maradona (2019), Pavarotti (2019) gibi örnekler belleğimizde yer etmiş başarılı işler. Dünyaca ünlü isimlerin hikâyelerine alışıldık belgesel kalıplarının dışında ama gerçekliği ıskalamadan, son derece etkili anlatım tarzlarıyla bakıyorlar. Bunun yakın zamanda Türkiye sinemasında izlediğim en iyi örneği, -bahsi geçen isimlere göre daha az tanınmasına rağmen- çalışmalarıyla elektronik müziğe yön vermiş, değerli sanatçı İlhan Mimaroğlu’nu anlatan Mimaroğlu (2020) belgeseliydi. Bu filmdeki biçim-içerik birlikteliğini çok sevmiş, önceki haftalarda bu sayfada filmin eleştirisine yer vermiştim.

Geçen hafta Netflix’te gösterime giren ve sosyal medyada geçmişe özlem duygularıyla paylaşılan Duru Olmak belgeselini de benzer bir etki yaratması umuduyla izledim. Fakat film beklentilerimi boşa çıkardı. Bunun en temel sebebi, belgeselin Nükhet Duru’nun yaşamına ve ruhuna nüfuz etmeyi ıskalaması. Aslında yönetmen Mu Tunç, sanatçının sadelik, duruluk, kendiliğindenlik özelliklerini çıkış noktası olarak almış. Filmin adı da bu noktayı vurguluyor. Fakat akışta Nükhet Duru’nun kendinden bahsettiği kimi anlar haricinde onun bu yönü kaybolup gidiyor. Bir de belgeselin stil açısından şöyle bir tercihi var: Nükhet Duru ve onunla düet yapan genç sanatçılarla yapılan söyleşilerin arasına İstanbul’dan, oldukça iyi çekilmiş görüntüler giriyor. Bu, başlarda rahatsız edici değil hatta belgesele estetik bir bakış da kazandırıyor. Fakat bir süre sonra bu görüntülerin kullanımı yapıta zarar vermeye başlıyor. Çünkü belgeselin odaklandığı, daha doğrusu odaklanması gereken hikâye ve unsurlarla hiçbir koşutluk taşımadığını fark ediyoruz. Sadece güzel oldukları için akışta yer almış doldurma görüntülere dönüşüyorlar. Vapur görüntüleri, Kız Kulesi, İstanbul’un çeşitli sokaklarından insan manzaraları, hepsi kendi anlamları içine gömülüyor. Belgeselin ruhuna dokunmayınca yapılan iş bir yerden sonra tekrara düşüp sıkıcı olmaya başlıyor.

TEMELSİZ BİR YAPI

Bir başka sebep de belgeselin inşası için tercih edilen çıkış noktasının bir albüm olması: Nükhet Duru, kendinden iki üç kuşak genç yorumcularla “Hikâyesi Var” adıyla bir albüm hazırlıyor. Bu albümün yapımcıları arasında yönetmenin abisi, belgeselin müziklerine de imza atan Orkun Tunç bulunuyor. Albüm sürecinde ekiple birlikte çalışan ve şarkıların yeni düzenlemelerinde Nükhet Duru’ya eşlik eden Mabel Matiz, Sıla, Zeynep Bastık, Kalben, Evrencan Gündüz gibi çağının ünlü yorumcularıyla yapılan söyleşiler filmin omurgasına yerleşiyor. Dolayısıyla belgesel üç ayağa bölünmüş durumda: İstanbul görüntüleri, genç şarkıcıların Nükhet Duru ile ilgili görüşleri ve Nükhet Duru’nun kişiliğinden ve sanat yaşamına dair anekdotlardan bahsettiği kısımlar. Bu üç yapı maalesef organik bir bütünlüğe erişememiş. Genç sanatçıların yorumları bir süre sonra kendini tekrar eden ve çoğunlukla yüzeysel gözlemlerden oluşuyor. Kurguda bu tekrarların (Nükhet Duru’nun çağının ilerisinde olması, sesinin büyüleyici etkisi, ondan nasıl etkilendikleri vb.) atılması belgesele nefes aldırırdı kuşkusuz. Öte yandan asıl üzerinde durulması gereken kısım, yazık ki es geçilmiş: Böyle bir belgeselde müzik tarihimizin en önemli, değerli yorumcularından birini konu alıyorsanız popüler müziğimizin geçtiği evreleri, o dönemin çalkantılı yaşamını içeren, ele alınan sanatçıyı yaşamındaki iniş çıkışlarla o kültürün içinde konumlayan bir anlatıya ulaşmanız gerekiyor. Elbette çok geniş bir malzeme içinden seçmek zor olur ama yine de Nükhet Duru’nun yarattığı etkiyi arşivden gelen seçilmiş görüntülerle anlatmak gerek. (Plak piyasasının durumu, dönem sanatçılarının popüler Türk kültürü için anlamı, şarkı üretimi dinamikleri ve Nükhet Duru’nun bu noktadaki farkı vb.) Bu belgeselde böyle bir özümleme de yok. “Duru olmak” kavramı etrafında örülen birkaç anlatım var sadece. Oysa Nükhet Duru’nun bahsettiği kişisel anekdotlar ne kadar özel, anlatımındaki coşku nasıl da heyecan verici. Belgeseli izlediğinizde bu bölümlerde sizin de heyecan duyacağınızı düşünüyorum. Ama ardı ardına sıralanan boş görüntüler ve konuşmalar, oluşabilecek bu güzel yapıyı bozuyor. Nükhet Duru gibi bir devle harika bir belgesel üretme fırsatı da kaçıyor böylece. Bir de belgesel için Ali Kocatepe’nin izinleri alınamamış bu yüzden Nüket Duru deyince akla ilk gelen, benim için de en değerli şarkılar Melankoli ve Ben Sana Vurgunum’a yer verilmemiş. Bir darbe de buradan alıyor yapım.

Mu Tunç, daha önce punk müziği üzerine bizdeki ilk film sayılan Arada’yı (2017) yönetmiş ve yurt dışında epey ses getirmişti. Küçük yaşlardan beri müzik ve sinemayla yoğun biçimde ilgileniyor. Ve aslında belgeselin çekimleri oldukça başarılı. Nükhet Duru ile yapılan çekimlerde kullanılan iki açıyı kurguda etkili biçimde ve iyi bir akışla bağladığını düşünüyorum. Kayıt stüdyosundaki el kamerası görüntüleri de doğal ve etkili. Ama işte ortaya gerçekten doyurucu, ilham verici bir iş çıkmamış. Belgeselin en güçlü yönü bana kalırsa Orkun Tunç’un bestelediği müziklerin varlığı ve Ali Kanıbelli’nin saptadığı nefis görüntüler. Bu müziklerle Nükhet Duru’nun anlattığı kimi anılar öyle güzel örtüşüyor ki belki sadece bunun için izleyebilirsiniz. (Bir de finaldeki konser bölümleri keyifli bir kapanış oluyor.) çok bir şey beklemeyin yine de.

Editör: Haber Merkezi