SİNEMA GEZGİNİ'ni her cuma yayınlanan İz Gazete sayfasından okumak için TIKLAYINIZ

Hazırlayan: Batıgün SARIKAYA

instagram: @sinefilolog @sinegezgin

e-posta: [email protected]

SİNE-SÖZ

“Beni film yapmaya iten şey yalnızca sinemayı sevmek değil aynı zamanda bir idealizm duygusuydu, toplumu değiştirebileceğime dair bir umuttu.”  Jia Zhangke


SİNE HABER

Karaca’ya Kavuşuyoruz!

Haftalar, aylar birbirini kovaladı. İzmir’deki yegâne sinema mabedimizden ayrı düştük. Daha doğrusu düşürüldük. Haydi, ilk günlerde bunun müsebbibi Korona illeti oluversin. Ya sonrasında? Basit kararlar almaktan aciz yöneticilerin sürüklediği siyasi gündemde sinemaların yeniden açılışı, kuyruğunu kovalayan yılana dönüştü. Sayılı gün (zor olsa da) bitti, haftaya perşembe Karaca Sineması’na kavuşuyoruz.

Hâliyle heyecan dorukta, sinemaseverlerin hikâye paylaşımları ve yorumları bunun en önemli kanıtı. Geniş kitleler AVM sinemalarına bel bağlamış olabilir ama hatırı sayılır bir grup da Karaca’nın açılışını şenlikle kutlayacak belli ki.

Açılışla birlikte ilk haftadan itibaren harika filmlerle buluşacağız. Bunlar arasında hayran kitlesinin merakla beklediği son Garpar Noe filmi Lux Aeterna (2019) başı çekiyor. Christian Petzold’un çok övülen Undine’ini (2020) de izleyebileceğiz. Temmuzla birlikte karşımıza çıkacak filmler arasında; Salinger Yılım, Human Voice, Kelly Reichardt’ın merakla beklenen First Cow’ı, Spring Blossom, Plaza, Hayaletler, Aşk, Büyü vs., Celine Sciamma’nın yeni filmi Petite Maman ve Anthony Hopkins’in Oscar aldığı The Father gibi harika filmler var. Ayrıca Nasipse Adayız, La Haine, Crash, Spirited Away,  Climax yeniden gösterime girecek filmler arasında yer alıyor.

Film programını Karaca Sineması’nın sosyal medya hesaplarından ayrıntıyla takip edebilirsiniz. Bağımsız sinemanın coşkusunu orada yaşadığımız günler çoğalsın dilerim.

Yıldız Sineması Sergisi

İzmir Film ve Müzik Festivali’ne koşut olarak bir süredir hazırlıkları süren bir de sergi açılıyor bu hafta. “Loca Memuru Yoksa Lütfen Zili Çalınız”, İzmir’in önemli kültürel miraslarından Yıldız Sineması’nın aktif olduğu 1953-1988 arası döneme bakıyor ve projeksiyon cihazlarından bilet koçanlarına, fuaye malzemelerinden afişlere uzanan geniş içeriğiyle eski sinemaların ruhuna çağırıyor meraklıları. Sonraki süreçte değerli bir restorasyon çalışması kentimize bu önemli yapıyı bir kültür merkezi olarak kazandırabilir. Çarşamba günü 17.30’da açılan sergiyi 31 Aralık’a kadar Bıçakçı Han’da görebilirsiniz.

Bir Ödül

Birkaç yıldır haber alamadığımız, adı türlü siyasi polemiklerle anılan Nadir Sarıbacak, ABD’de rol aldığı Leylak adlı kısa filmdeki rolüyle Short Shorts FilmFestival & Asia’dan en iyi erkek oyuncu ödülünü kazandı.


SİNE-YORUM

İZMİR’DE YENİ BİR FİLM FESTİVALİ

İzmir’in sinema festivalleriyle arası öteden beri pek istikrarlı olmadı. Gerçi bu konuda ülkemizin de karnesi çok iyi sayılmaz. Antalya ve Adana’daki yarım asırlık mirasın üzerine, Ankara ve İstanbul Film Festivali’ni ekleyebiliriz.  Fakat İzmir, bu konuda nedense biraz geç kaldı. Kentle özdeşleşen ilk önemli festival1990’da  Dokuz Eylül Üniversitesi Sinema-TV bölümü hocalarının öncülüğünde başlayan İzmir Film Festivaliydi ama serüveni on yıl sürdü. Uzun bir aradan sonra 2012’de tekrar hayata geçirilmek istense de arkası gelmedi.

İzmir Fuarı etkinlikleri içinde gerçekleşen Sinema Burada festivali, hoş ve keyifli bir rüzgâr estirdi ama fuar etkinliği olarak kısıtlı bir alana hitap etti. İzmir Kısa Film Festivali ise 20 yılı aşkın süredir devam ediyor. İzmir’in sinema alanında yürüttüğü en istikrarlı organizasyon bu. Tabii yeni girişimler söz konusu. Yakın zamanda çok iyi bir programla takip ettiğimiz Kadın Yönetmenler Festivali’ni de saymamız gerek.

IŞILDAYAN BİR FİKİR

Bu hafta başlayan İzmir Uluslararası Film ve Müzik Festivali’ni bu anlamda İzmir Festivali’nin bir devamı olarak görebiliriz belki. Festival Yönetmeni Vecdi Sayar’ı muhtemelen yazılarından, tiyatro çalışmalarından ve bir dönem TRT için yaptığı “İki Film Birden” kuşağından anımsayacaksınız. İzmir’in kültür sanat hayatına katkı sunacak festivali tanıtırken özgün bir temaya odaklanmaktan söz ediyor Sayar. Festival özelinde bu da filmle müziğin buluşması biçiminde belirlenmiş. Yarısı yerli 87 filmin gösterileceği seçkilerin odak noktası bu sebeple, film müzikleri ya da müziğe odaklanmış filmler. Bu, aslında gerçekten güzel bir fikir. Uygulamada kimi aksaklıklar olacaktır tabii. Fakat hem Büyükşehir Belediyesi’nin titiz denebilecek düzenlemeleri ve desteği hem de Sayar’ın fikrini hayata geçiren İzmir Sinema Ofisi yürütücülerinin muntazam çalışmasıyla sanıyorum kısa sürede etkili bir festivale dönüşecektir. Üstelik bir yıldır sosyal hayattan hepimizi uzaklaştıran salgın sürecinin görece azaldığı bir dönemde planlanan etkinliğin bu açıdan gerekli ilgiyi göreceğini düşünüyorum.

ONUR ÖDÜLLERİ

Etkinlik pazartesi akşamı Dünya Müzik Günü’nde Arif Erkin,Yalçın Tura  ve Cahit Berkay’a sunulan onur ödülleriyle ve film müziklerimizden bir seçkinin seslendirildiği konserle başladı. Türk sinemasına aşina olanların bildiği gibi söz konusu isimler sinemamızın son elli yıllık dönemine müthiş katkı sunmuş, film müziği anlamında temellerin oluşmasını sağlamış sanatçılar. Üstelik bizim sinemada 1990’lara kadar film müziği, gereken önemin verildiği, imkânların sunulduğu bir alan değildi. Ertesi gün üç usta, söyleşi kısmında bu konuya da değindiler. Kendi yağıyla kavrulan bir sinema çabası içinde müzik üretmek başlı başına emek ve cesaret isteyen bir şey.  Müzik üretimi anlamında festivalin sunduğu onur ödülleri çok doğru seçimlerdi ve Atilla Özdemiroğlu ile yakın zamanda kaybettiğimiz Timur Selçuk’un  unutulmaması da bir o kadar sevindirici oldu. Festivalin Anılarına kısmında, yitirdiğimiz bu değerli sanatçıların besteleriyle var ettiği filmler gösterilecek. (Anayurt Oteli, Muhsin Bey, Gülüşan, Mavi Sürgün)

Ayrıca ulusal yarışma kapsamında sinemalar kapandığı için henüz beyaz perdede izleyemediğimiz filmleri izleme şansımız var. Film ekiplerinin katılımıyla söyleşiler de gerçekleştiriliyor. Mubi’de izlediğim(iz) Ah Gözel İstanbul’un yönetmeni Zeynep Dadak ve epey ses getiren filmi Kovan’la Eylem Kaftan geçen iki gün içinde söyleşilere katıldılar. Aşk, Büyü Vs. ile Ümit Ünal ve ekibini dinleme şansı bulduk. Ayrıca Serdar Kalafatoğlu ve Ezel Akay  da sonraki günlerde söyleşi düzenleyecekler. Yarışmanın diğer filmleri, Nuh Tepesi, Nasipse  Adayız, Ceviz Ağacı, Ölü Ekmeği, İnsanlar İkiye Ayrılır’ı hem izleyip hem de yaratıcılarını dinleyebileceğiz.

HANGİ FİLM KAZANIR?

Bu arada Ulusal Yarışmanın sonucunda film müziğinin kullanımında işlevsellik ve ustalığa bakılarak en iyi film ödüllendirilecek. Jüri üyeleri arasında yönetmen Ezel Akay, müzisyen Feyzi Erçin, Cem İdiz, Berrak Taranç, Mehmet Teoman, akademisyen Oğuz Makal, oyuncu Tülay Günal bulunuyor. Jürinin kararını merak ediyorum açıkçası.  Henüz izlemediğim filmler olsa da müzikle kurulan ilişkiyi düşününce, jüri bu konuda geniş  fikirli davranırsa eğer Mimaroğlu’nun en iyi film ödülünü alması gerektiğini düşünüyorum. Ama tabii daha geniş kitleye hitap eden Nuh Tepesi, Kovan gibi filmleri es geçmek istemeyebilirler. Yine de en azından Ah Gözel İstanbul ödülü kucaklamalı. Müziği bir unsur olarak öyküye yerleştiren Aşk, Büyü Vs. de iyi bir seçim olabilir.

Bunun dışında festivalde çok değerli belgeseller var. Nezih Ünen’in Anadolu’nun Kayıp Şarkıları’nı bulmuşken kaçırmayın. Ruhi Su, Nazım Hikmet, Leyla Gencer, Necdet Yaşar belgeselleri de çok değerli içerikler sunuyor. Müzikle sinemanın birleştiği kavşakta zengin bir alan var, aslında bizim sinemamızın da bu alanı boş bıraktığını söylemek zor. Geçmişten bugüne gayet başarılı örneklerimiz var. Bu açıdan festival sayesinde  sinema-müzik ilişkisine daha derinden bakma şansı bulabileceğiz.

Festivale ilgi,  açılış günleri düşünülürse salgın sürecinin devamına karşın oldukça iyi görünüyor. Umarım sonraki günlerde giderek artar. 1 Temmuz’da kapanacak olan şenliğin sonraki yıllarda zenginleşerek ve niteliğini oturtarak yola devam etmesini umuyorum. Bir hafta boyunca fırsat bulursanız mutlaka herhangi bir etkinliğe uğrayın derim. Etkinlik programına kultursanat.izmir.bel.tr adresinden ya da etkinlik salonlarından alabileceğiniz kitapçıklardan ulaşabilirsiniz.


SİNEMA (DA) SESSİZ KALMAMALI

İnsanlık vicdanını yaralayan toplumsal olaylar karşısında ne yapacağını bilemeyen, aciz, ayrışmış bir toplum olduk iyice. Aslında temel sosyolojik veriler ışığında bu içinde bulunduğumuz şeye, toplum demek de zor. Bir arada yaşama kültürünü unutalı ya da kötü niyetle askıya alalı çok oldu. Bunun illa tarihsel bir arka planı vardır, yadsıyamam, ama hep övündüğümüz o yetmiş iki milletin bir arada kardeş kardeş yaşadığı coğrafya değil burası. Belki hiçbir zaman da olmadı.

Geçen haftadan beri farklı boyutlarıyla ele alındı aslında ve çok geçmeden gündemin gerisine düştü. Ama bu ülkede güzelliklerin, barışın, adaletin egemen olmasını isteyenler için Deniz Poyraz’ın öldürüldüğü o uğursuz gün, karanlıklar tarihine eklenmiş yeni bir halka olarak belleklere yerleşti. Meselenin siyasi yönlerini başka bir yazıya bırakıp ülkenin kültür üretimindeki tehlikeleri şöyle yeniden bir anımsamakta fayda var.

Aslında daha önce de birkaç kez yazdım. Ana akım dizi ve film üretiminde son yirmi yıldır kendini iyice gösteren belirgin bir nefret söylemi, cinsiyetçi politika ve ırkçı tutumlara rastlıyoruz. Kuşkusuz kültürel köklerimizde ‘erkeklik’ olarak yaşayan ve sağ siyasi söylemlerle beslenen güçlü bir damar var. Özelikle 60 sonrası dönemin muhafazakâr avantür filmlerini de düşünürsek devletçi yapıyı koruma ana fikrine bağlı bir mücadele yapısı kurulduğunu söylemek çok da yanlış olmaz. Bu karmaşık yapı dalgalanmalar eşliğinde ve 80’lerden sonra şiddetini artırarak günümüze geldi.

Son yirmi yıldır bir yandan mafya değerlerini özendirecek biçimde ele alan Kolpaçino gibi komedi-aksiyon filmlerine maruz kalırken bir yandan huzurun ve güvenliğin askeri operasyonlarla sağlandığı Nefes, Dağ, Börü gibi militarizm soslu filmler karşımıza çıktı. Televizyon kanallarını saran tarihi dizileri de buna eklemek gerek. Özellikle Osmanlı’nın kuruluş dönemini anlatan diziler aşırı sevildi. Sosyal medyada, diziyi elinde kılıçla, türlü kılıklarla izleyen kişilerin fotoğraflarını görmek ilk anda komik gelse de toplumun eril bilinçaltı kodlarına ilişkin önemli göstergeler içeriyor. 

Ana akım televizyon ve sinema yapılanmasında sağduyulu, duyarlı bir bakışı görmek pek kolay değil. Dahası bu dizilerin yüzeyinde ahlâki açıdan iyi ve ‘doğru’ tiplerin toplumsal sorunları çözüp genel kitleye bir tür ‘arınma’ yaşattığını söyleyebiliriz. Bu açıdan öyküleri analiz ettiğinizde karşınıza çıkan ‘ötekileştirme’, ‘diğerinin varlığından duyulan nefret’ gibi olguları vasat izleyiciye anlatmanız oldukça zor. İşin hem politikaya dokunan hem de ticari bir yanı olduğu için özellikle dizilerin içerik olarak insanın erdemlerine, evrensel insanî doğrularına değinmesi pek mümkün değil gibi. Ama bir yandan da toplumun iliğine işlemiş nefret söyleminin sağaltılabilmesi için sanatın işlevsel biçimde kullanılması gerek. Geleneksel hikâye anlatma aracı olan dizi ve filmler de özü itibariyle sanatsal bir ürün sayılmalılar. Sırf bu sebeple bile çok daha özenle kotarılmaları gerekli.  Fakat bu tip işlerin ekonomik olarak gerçekleşmesini sağlayan sermaye sahipleri de toplumsal vasatlıktan pay aldıkları ve yönetim kademeleriyle ya da onlarla bağ kurmuş aracılarla iletişimde oldukları için bu coğrafya insanının huzuru, mutluluğu, barış içinde yaşaması adına olumlu ve değerli örneklere  yönelmekten uzaklar. Bu da bizi bir kısırdöngüye sürüklüyor. “Halk böyle hikâyeler görmek istiyor.” Mazereti hem televizyonda karşılaştığımız hem de Yeşilçam kültüründen gelen bir şey.

Oysa sorulması gereken, o halkın kimler olduğu. İnsana değer veren bir ülkede halk, ortak yaşama kültürü oluşturmayı başarmış birbirine saygılı, vatandaşlık temelinde buluşan topluluklar demek. Din, dil, ırk vb. ayrımların öneminin kalmadığı, insanın hak ettiği değere ulaştığı ‘gerçek’ bir toplum. Ve böyle bir topluma ulaşmak için nitelikli, entelektüel yöneticilere ihtiyaç var. Eğer onlar da yoksa toplumun aydın kesimine ve sanatçılarına büyük iş düşüyor. Sinemacılar da meseleye daha çok bu yönden bakmalı.

Dizi ve filmlerin yanlış tipleri olumlaması, daha büyük ‘değerler’ (Milliyetçilik, din vb. ) adına öykü akışında yaşananlardan ötürü göz ardı edeceğimiz şiddet eylemlerini ya da üretilen çözümleri meşrulaştırması siyasilerin toplumsal meseleleri manipüle etmesi kadar tehlikeli bence. Bu da eğitim, sağlık kadar ciddi bir sorumluluk. Baştan aşağı eril kodlarla donatılmış öyküler anlatmaktan vazgeçmek gerekli. Ve tabii bu tür dizi ve filmlerin üretilmemesi için geniş kitlelerin bilinçlendirilmesi… Ne kadar zaman alırsa alsın, bilinçli tüm toplumsal grupların çabası bu yönde olmalı. Sanat da sinema da karanlıklara karşı sessiz kalmamalı. Yoksa Deniz Poyraz gibi nice masum canı göz göre göre kaybedeceğiz.


'BİR FİLM GÖRDÜM!'

Ülkemiz yazınının belirleyici kalemlerinden, incelikli editör, çalışkan yayın yönetmeni Erdal Öz’ün günlüklerinde ,izlediği kimi filmlerle ilgili izlenimlerini gördüm. Erdal Öz, çağdaş Türkiye’nin yetiştirdiği önemli aydınlardan biriydi. 2006’da aramızdan ayrıldı ama ardında yerli ve çeviri edebiyata kazandırdığı nice kitap bıraktı. 50’lerin ortasında başladığı günlük tutma işini çok uzun yıllar sürdürmüş. İşte ustanın günlüğünden, çok doğru bir tespit de içeren bir not:

“20 Eylül 1956

(…) Bu sabah Günfer Çelikman’la buluştuk. Oturduk uzun uzun konuştuk. Ona bir ara, ‘Yaratacağım kişileri daha bir karikatürize etmek istiyorum,” dedim. Sonra da bu düşünceme açıklık getirmeye çalıştım. Bunu, kişileri daha önce çıkarmak, daha belirgin kılmak, bir tür altını koyu kalemle çizmek gibi algılamak gerektiğini söyledim. Örneğin güzel bir karikatürü gerçek dünya ile buluşturmak, karşılaştırmak aklımızdan geçmez, onu kendi olanakları içinde severiz ya da sevmeyiz. Karikatür, bir tür mübalağa sanatıdır, alabildiğine yalına indirilmiş bir mübalağa, desem, çok mu ileri gitmiş olurum? Büyük edebiyat yapıtları da öyle değil mi? Onlardaki kişiler de bir tür karikatürize edilerek yaratılmıyor mu? En güzel örneklerden biri Don Kişot’tur. Cervantes bu işin ilkini yapmış bir büyük yaratıcı.

Viva Zapata (1952) da öyleydi. O filmdeki bütün tipler altları koyu koyu çizilmiş tiplerdi. Yaratıcının işleminden geçirilerek çizilmiş kişilerdi. Burada mizahtan yararlanmayı söylemek istemiyorum. Kaba mizahla benim hiçbir yakınlığım olmadı, olacağını da sanmıyorum.

Öğleden sonra Orson Welles’in Ölüm Raporu (Mr. Arkadin, 1955) adlı filmine gittik Günfer’le. O filmdeki tipler de öyleydiler, çok belirginleştirilmiş tiplerdi. Film güzeldi, diyemeyeceğim. Yine de hoş sahneler vardı.”

(*) Erdal Öz, Günlükler 1956-1998, Can Yayınları, İstanbul,2016, s. 20


SİNE-ANEKDOT

Türk film müziklerinin hocası, ustalar ustası Yalçın Tura, yaptığı bir konuşmada bir tespitini şu küçük anekdotla örnekliyor:

“Şimdi konuşmamın başında bir ara değindiğim, ama açıklamasını daha sonraya bıraktığım konuya geliyorum. Filmde müziğin rolü, işlevi nedir? Bir filmde müzik olmazsa olmaz mıdır? Bu konuda düşündüklerimi kısaca açıklamak istiyorum. Önce şunu söyleyeyim: Bir filmde müzik olmazsa olur. Bu, bana göre, filmin yönetmeninin, rejisörünün anlayışına bağlıdır. Başımdan geçen bir olayı sizlere anlatayım. Bir gün dostum, ünlü yönetmen Memduh Ün, bir film yaptığını söyledi ve benden bu filme müzik yazmamı istedi. Birlikte stüdyoya gittik, filmin sessiz iş kopyasını seyrettik. Filmi dikkatle izledikten sonra dedim ki: ‘Memduh, kusura bakma ama ben bu filme müzik yapamam, çünkü sen bu filmde müzik koyacak yer bırakmamışsın. Anlatmak istediğin her şeyi, müziğe gereksinim duymadan anlatmışsın. Bu filme müzik konamaz. Sadece bir yere, jeneriğe, tanıtma yazılarına bir müzik konabilir. O da kısa bir müzik olur. İstediğin müziği de oraya koyabilirsin, ama bence buna bile gerek yok.’ Çok şaşırdı. Ama durum buydu. Sonra bana hak verdi.”

(*) Yalçın Tura, Müziğimizin Çok Yönlü Bestecisi, Evin İlyasoğlu, Antalya Kültür Sanat Vakfı, 2009, s. 57

Editör: Haber Merkezi