SEVAL DENİZ KARAHALİLOĞLU - Deprem hepimizin hayatını ansızın vurdu. Hayatlar kaybedildi. Kayıpların acıları asla dinmeyecek ve bu acının telafisi mümkün değil. Günlerdir hepimiz, televizyon ekranlarına kilitlendik. Enkazdan gelecek ‘yaşıyor’ haberini soluğumuzu tutmuş bekliyoruz ama hiç kimse o acılı bekleyişin verdiği ızdırabı enkazın altında kalanların yakınları kadar bilemez. Bütün bir ülke İzmir’de yıkılan binaların altında yitirilen hayatların acısını iliklerinde hissediyor. Böylesine hassasiyetlerin yüksek olduğu bir dönemde sanat üzerine yazmak ne kadar doğru diye düşündüm bir an. Sonra, yaşananlar ne kadar acı olursa olsun hayata tutunmanın ne kadar önemli olduğunu düşündüm. Ne kadar acı olursa olsun hayat devam ediyor. Araştırmanın, yeni şeyler öğrenmenin ve çalışarak üretmenin insanın ruhunu iyileştiren bir yanı var. Bu nedenle, yaşamının her döneminde yaptığı çalışmalarla çevresindekilere yaşama sevinci aşılayan bir sanatçıdan Okay Temiz’den bahsetmek gerekiyor. Dünyanın sayılı caz müzisyenleriyle birlikte çalışan aynı zamanda tiyatro oyunlarına yaptığı müzikler ve ritimlerle olağanüstü projelere imza atan büyük bir usta en son Kuvay-i Milliye Destanı oyunun ritimleri yaparak adından söz ettiriyor. Okay Temiz’le hayatını adadığı caz yolculuğuna dair konuştuk.

DOĞAL MALZEMEYLE MÜZİK

Farklı aletleri kullanarak müzik yapma fikri nasıl ortaya çıktı?

Bunlar daha önce yapılmış çalışmalar. İlgilendiğim için bunları gördüm, araştırdım. Berimbau dediğimiz kabak ağacından yapılma bir alet var. Sonra, quicca denilen hayvan sesini taklit eden başka bir alet daha var. Güney Afrika’da aslan avına çıkan avcılar bunu hayvanı çağırmak için kullanıyorlar. Bunu görmeden ilk defa plaklardan sesini duydum. Bu gibi bilgileri hep biriktirdim. Meyve kabukları, kabak, ağaç kütükleri, kuru yapraklar, kuru meyvelerin içindeki kuru çekirdeklerle birlikteki doğal hallerini topladım. Bu doğal malzemelerden ormanlarda, tabiatta çok var. Fakir dünya ülkelerinde insanlar, mesela Brezilya’da, Hindistan’da, Afrika’da, Çin’in ücra bölgelerinde bu doğal malzemeden yaptıkları müzik aletlerini kullanırlar. Her ülkede insanlar bu tip doğal malzemeyle neler yapabileceklerini fark edip şaşırıyorlar. Vahşi hayvanları kaçırmak için, hayvan avlamak amacıyla, dans takısı olarak veya çocuklarına oyuncak olarak alıp kullanıyorlar. Bunlar tabiatla iç içe yaşayan ve her şeyin farkına varan insanlar. Zaman içinde bu malzemenin kullanımı gelişiyor. Bunlardan müzik aletleri yapıyorlar.

SESİ YAŞANTIYA KATIYOR

Dünyanın dijital müziğe yöneldiği bir dönemde bu doğal müzik aletlerini nasıl keşfettiniz?

Ben bilgiye açık bir insanım. Hep araştırım. Dinlediğim şeyleri görmek isterim. Şimdi insanlar modernleştikçe tabiattan uzaklaşıyor. Ormana girdiğinde duyduğu sesler insanlara korkunç geliyor. Ormanın sesini bile duymuyorlar. O seslerden korkuyorlar. Şehirli insan rüzgârın sesinden korkuyor. Afrika’da, Hindistan’da, Brezilya’da doğa ile iç içe yaşayan insanlar, ormanlardaki bu seslerden bir şeyler kapıyorlar. Yaşantısı içindeki sesler oluyor. Tabiatın sesinden korkmuyorlar ve o duyduğumuz müzikler o sesleri yaşantısına katmış olan insanların ürettiği müzikler oluyor. Mesela, tabiattan kopuk insanların korktuğu rüzgarın sesini çıkaran aletler var. Rüzgar sesini biz yaptığımız müzikte kullanıyoruz. Bu “farkına varmakla”, o seslerin “değerini” anlamakla ilgili. O sesleri duyduğumda merak ettim, araştırdım ve o aletleri buldum yaptığım müziğin içine koydum.

‘BU BİR BİRİKİM’

Bu, ‘farkındalık’ ne zaman başladı?

Çocukluğumdan beri var. Benim için “görmek” ve “duymak” çok önemli. Ben köyde yetiştim zaten. Benim çocukluğumda, İstanbul’un 60 kilometre dışında Çatalca’da bir çiftliğimiz vardı. 1950’lerde, 450 koyun, 5 tane traktörümüz vardı. Koyun çobanlığı yaptım. Hayvanları sağardık. Evler kerpiçti. Hayvanların dışkılarından tezek yaptık. Kerpiç duvarlara çarpardık. Ben tabiatın içinde yetiştim. Hem okula gidiyordum hem de koyun çobanlığı yapıyordum. Yaz aylarında koyun çobanlığı yaparken, geceleri dağa gidiyordum. Babam, “al oğlum” deyip 25 koyun veriyordu. Kangal köpeklerim de vardı. Gece dağda tabiatla baş başa, o çan sesleri, o rüzgarın sesi, koyunların sesleri, bütün o sesleri duyarak yaşadım ben. Müziğimdeki, o çan sesleri, o rüzgarın sesi nereden geliyor sanıyorsun? Çocukluğumdan, yaşanmışlıktan. Belli etmeden kullandığım bir birikim var.

‘ÇOK SIKI ÇALIŞTIM’

Neden davulu seçtiniz?

Konservatuara girdiğimizde, ben trompet istiyordum. Dişlerin bozuk dediler, alakası yok. Trompete adam almışlar, yer yok. Trombon dedim, kolun kısa dediler, kontrbas istedim boyun kısa dediler. Sonra ellerime baktılar. Davul çalacaksın dediler. Anladım ki, davul da adam yokmuş. Ondan. (kahkahalar…) Sınıflar dolu. Yerler paylaşılmış. Ben ilk başta trompetçi olmak istedim. O enerjiyi hissediyorum. Üflediğimde müzik trompetten çıksın istiyordum. Çocukluğumda, köyde kamışları keser, onlardan kaval yapardım. Bu durum psikolojik olarak çocuklukta insanın ruhuna giriyor. Beni trompete almadılar diye çok kızdım. Hep çalıştım. Girdim müzik odasına çok sıkı çalıştım. İlk sene okulun senfoni orkestrasında, Hikmet Şimşek yönetiyordu, davul çaldım. Daha sonra, çok çalıştığım için beni trombona almaya kalktılar ama kabul etmedim. Ben davul çalışıyorum, bu saatten sonra trombona geçmem dedim.

‘DOĞAYI YAŞAMADAN MÜZİK YAPAMAZSINIZ’

Cazda bir ‘doğaçlama’ olayı var. Sahnede çalarken, parçanın normal akışı içinde duyduğumuz bu doğaçlama olgusu nasıl oluşuyor?

Amerikalı cazcıların Charlie Parker adını taktıkları küçük bir kuş vardır. Sabah serinliğinde veya akşam serinliğinde ortaya çıkar. Herhangi bir müzik cümlesini alıp onu geliştirerek cazın alasını yapar. Ana müzik cümlesini kaybetmeden, müzik yelpazesini geliştiriyor. Neden ana müzik cümlesine tekrar geri dönüyor? Çünkü oradan kuvvet alıyor. Kuş müziğin özünü kapmış, işi çözmüş. İşte cazın özü bu. Charlie Parker’a, ‘bird’ yani kuş adı buradan verilmiştir. Hakikaten müzisyensen, bu dersi alıyorsun. Kurduğun müzik cümlelerini özüne katıyorsun. Müzik böyle oluşuyor. Doğayı yaşamadan, o Charlie Parker kuşunu dinlemeden müzik yapamazsınız. Mesela, Güney Afrikalı trompetçi Mongezi Feza, trompeti bu kuş gibi çalıyordu. Don Cherry onu dinlediğinde, “bu bambaşka” demişti. Müzik cümlelerini ardı ardına zengin süslemelerle kuruyordu ve modern bir tarzı vardı.

‘UFAK BİR TÜYO…’

Yabancı bir orkestrayla sahneye çıktığınızda unutamadığınız bir anı var mı?

Amerika’ya gittik, dünyanın en önemli saksafoncularından biri olan Ornette Coleman ile sahneye çıktık. İsveç’te Don Cherry’den modern cazdan bir şeyler öğrendik ama notalar havada uçuşuyor. Ornette Coleman çalmaya başladı. Aldı başını gidiyor. Davulla bir yerden müziğe gireceğim ama bir vurgu yok, bir bip yok, bir es yok. Nereden gireceğim. Ornette Coleman uçuyor. Bana döndü. “Marching” dedi. Tek kelime. Yani, “marş çal” demek istiyor. Ben de marş temposuyla girdim müziğe, onlar da halı gibi müziği marş temposunun üzerine serdiler. Bir iki defa bu marş temposuyla müziğe girdim, marş temposu oldu caz. Ohhh, çıktık ferahlığa, sanki otobana çıktık gidiyoruz. Böyle ufak bir tüyo varmış. Bu tüyoyu da herkese vermezlermiş. “Marching”. Tek kelime. Öyle uzun boylu konuşma filan yok. “Bunu yap, şöyle yap” yok. Böylece, sahnede “konuşmamayı” öğrendik. Yalnız bunu yapabilmek için de adam lazım.

HALK MÜZİĞİ VE CAZ

Müziğinizi yaparken, siz kendi dilinizi ve kendi kimliğinizi yarattınız. Bunu yaparken Anadolu’dan esinlendiniz. Kendi kimliğinizi yaratma olgusunu ne tetikledi?

Kendi kimliğimi yaratma olgusunu Don Cherry tetikledi. 1968’de onunla tanıştım. Don Cherry müziğine dünya renklerini katmak isteyen, son derece araştırmacı kimliği ile caz tarihi için çok önemli bir müzisyendi. “Okay, Türk Müziğini de alım, çalalım” dedi. O sırada Muvaffak Falay da oradaydı. Beraber Türk Müziğini araştırdık. Ben annemden kasetler, 45’lik plaklar getirdim. Bedia Akartürk, Muzaffer Sarısözen bu sanatçıların plaklarını, Karadeniz kemençelerinin müziklerini, Kafkas müziklerini, Türk folklorundan örnekleri topladık. Don Cherry bu müzikleri dinledikçe, harika demeye başladı. Baktık, “Sarı Kız”’a, Bayburt türkülerine, Kafkas melodilerine ilgi duyuyor. Çaldık bunları. Çok güzel oluyor. Bu mesaj daha iyi. Gerçek yaşamın içinden gelen bu melodiler daha mesajlı. Araştırdık, bilgi topladık. Bunları müzikte kullandıkça enerji kattı bize. Bu melodilerde çalarken, insana enerji veren bir ruh var. Ben davul çalarken çok rahat çalıyordum. Sağlam. Köklerim Anadolu’dan geldiği için vurguların nerede olduğunu biliyorum. Cazı da biliyorum. Parçayı da biliyorum. Parçayı çalarken burada folklorik motifleri var deyip gösteriyordum. Parça devam ediyor, burası da caz diyordum. Göstererek, deneyerek çaldık. Dokuz sekizlik ölçüyü bilmedikleri, yabancı oldukları için olayı zor kavradılar. Dokuz sekizlik ölçüyü çalarken, orada bir el elastikiyeti olması lazım. Anlatması kolay değil ama ben bu ölçüye “milli his” diyorum. Çünkü insan “hissederek” çalıyor. Evet, Türk Halk Müziğini cazın içinde kullanma olayı, “Sarı Kız” ile başladı.

‘MÜZİĞİNİ GÖSTER’

Sizin kendi müziğinizi çaldığınız, başka sanatçıların da kendi müziklerini çaldıkları ve doğaçlamanın ağırlıkta olduğu konserlere nasıl hazırlanıyorsunuz? Önceden prova alıyor musunuz?

Bütün konserlerde %85 doğaçlama müzik yapıyoruz. Ortak bir tema var. Ama sonra herkesin kendi müziği var. Bu birbirini dinleyerek yapılan ve nereden nereye ineceği hiç belli olmayan bir müzik bu. Dünyanın en iyi saksafoncularından biri olan, saksafoncu Farrell (Pharoah) Sanders İstanbul Cemal Reşit Rey’e konser vermek için gelmişti. Beraber sahneye çıkacağız. Ben daha önce Folklorik Türk Müziğini görmesi için Zurnacı Ahmet ile yaptığımız parçaları içeren bir CD göndermiştim. Cemal Reşit Rey’de kuliste Sanders’a “CD’ye bakabildin mi, vaktin oldu mu?” dedim. Bana, “Okay no talk, no show” dedi. Yani, çalacağımız konserleri konuşmayacağız, gösteri de yapmayacağız. Ben de, “bu lafı duyduğum için çok memnun oldum, teşekkür ederim, bu söylediğin şey benim için çok değerli, benim de tam olarak istediğim bu” dedim. Birbirimize sarıldık. Harika. Adam kelimeleri bitirmiş, çalıyor. Prova yok zaten. Direk sahneye çıktık, çaldık. Hayatımda verdiğim en güzel konserlerden biriydi. Adam bu “gösteriş meraklısı” müzisyenlerden çok çekmiş. Ben de yaşadım bunları. Adamlar konser sırasında, müziği bırakıp kendilerini ön plana çıkarmaya, kendilerini göstermeye çalışıyorlar. Göstereceğin şey müziğin olacak, kendin olmayacaksın.

‘NOTALARI HİSSEDİN’

Türkiye’de günümüz cazına baktığınızda ilk gözünüze çarpan nedir?

Mesela Türkiye’de bazı basscılar müziği hiç dinlemeden çalıyorlar. Müziği durmadan bıdı, bıdı, bıdı, bıdı, bıdı aralıksız çalmayı marifet sanıyorlar. “Bir dakika, bir dur” diyorum. “Bak, notalar uzun uzun gidiyor”. İş, “hiç nefes almadan, son hız, aralıksız çalmak” değil ki. Notaları hiç hissetmeden, mekanik çalıyorlar. Ruh yok. Çünkü notalara bakmıyorlar. Orada ne yazıyor ilgilenmiyorlar, hissetmiyorlar. O zaman yapılan şey müzik olmuyor. Bunlar çok önemli ayrıntılar. Bunları konservatuarda öğretmiyorlar. Nota, teknik öğretiyorlar. Armoniyi nasıl yaparsın onu öğretiyorlar. Esas öğretilecek şeyi “dinlemeyi” ve “notaları hissetmeyi” öğretmiyorlar. Üç nota ile müzik yaparsın ama o notaları nereye kullanacağını bilmen lazım. Müzikte sorun şu. İnsanlar kendilerini geliştirmiyorlar. Her şeye at gözlüğü ile dar çerçeveden bakıyorlar. Yeni çalışma tekniklerini öğrenmiyorlar, merak etmiyorlar, yeni bir şeyler sunulduğu zaman kabul etmiyorlar. Müzikte dürüst olacaksın. Sonra, kendi özüne, kendi içine geri dönüyorsun. Dürüst ol, müzik senin olsun. Kabul edilebilir ol, gerçek olsun. O zaman müzik kalıcı oluyor. Çıplak net müziği bilmiyorlar. Folklorda bu çıplak müzik var. Doğaya açılmadan bu çıplak, net müziğe ulaşamazsın.

Editör: Haber Merkezi