SEVAL DENİZ KARAHALİLOĞLU / İZ GAZETE - “Kibele’yim ben, Ana Tanrıçası Anadolu’nun. En son Hitit’lerin Tanrıçasıydım. Kovanını yitirmiş arı ecesiyim. Bu tekne bütün Anadolu’yu yoğuruyor. Mayası uygarlık denen aklı ile beslenen Kibele’yim ben. Ana Tanrıçayım, hem doğuran, hem yoğuran, hem doyuran, Toprak Ana, Devlet Ana, Ben Anadolu.” Kibele’nin kızları, en son büyük bir oyuncunun Yıldız Kenter’in kimliğinde “hayat buluyor”. Çağlara, medeniyetlere meydan okuyan Ana Tanrıça Kibele’nin suretleri can buluyor oyuncunun bedeninde, onun ağzından konuşuyor bizimle, onun yüreği ile sırlarını paylaşıyor, diliyle öykülerini anlatıyor, aklı ile sesleniyor ve vicdanı ile mirasını gelecek nesillerin Kibele’lerine bırakıyor. Kibele’nin Kızlarından “oyuncu” olanla, Yıldız Kenter ile Kibele’yi, “Ben Anadolu” yu, hoca olmanın sorumluluğunu, konservatuar yıllarını, “sanatçılara evinizde ölün” diyen yasayı ve Türk Tiyatrosunun bugünkü durumunu konuştuk.

Ben Anadolu teksi elinize nasıl geçti? Ben Anadolu’yu sahneleme fikri nasıl oluştu?

Ben Anadolu’yu sahneleme fikri 20 yıl önce benim kızımdan çıktı. Ben bu fikri ilk önce, Murathan Mungan’a götürdüm. Hatta Murathan Mungan ile biraz çalıştık. Sonra o proje yürümedi. Sonra Turgut Özakman’a gitti. O sıralar maalesef Turgut Özakmanın vakti yoktu. Projeyi çok ilginç buldu ve mitolojik temaları Güngör Dilmen daha iyi bilir dedi. Son olarak, Güngör Dilmene rahmetli eşim Şükran Güngör ile birlikte gittik. Güngör Dilmen çok ilgilendi. Çok iyi bir çalışma yaptık. Güngör Dilmen çok güzel parçalar yazdı. Ben Anadolu’yu dokuz sene oynadım. Daha sonra aramızda bir anlaşmazlık oluştu. Bir süre oynamadım. Zaman bazı şeyleri tamir etti galiba. Sonra tekrar oynaya başladım. Yaşsız bir oyun olduğu için hani oyunda bin yaşında insan da var, on yaşında insan da var. Oyun tekrar gündeme geldi.

Oyunu dünyanın birçok ülkesinde İngilizce olarak sahnelediniz. Aynı oyunu İngilizce sahnelemenin nasıl bir zorluğu var?

Dil farklılığında, baştan sona hareket değişikliliği tabii ki oluyor. Çünkü hareketi konuşmanın müziği ayarlar. Konuşmanın anlamı manası neyse, koreografiyi oluşturur. Bazı işler konuşmanın müziği değiştiği için ister istemez değişiyor. Ama bazı şeyler de olduğu gibi kalabiliyor, değişmiyor. Londra’da, New York’ta oynadım.

Danimarka, Kanada, Hollanda gibi Türkiye’ye karşı ön yargılı ve çok mesafeli yaklaşan yerlerdeki seyircilerin oyuna tepkileri ne oldu?

Eğer bir oyunda evrensel dil, boyutlar yakalanmışsa tepki dünyanın her yerinde aynı oluyor. Mesela Tennessee Williams’ın Arzu Tramvay’ı oynandığı zaman her yerde aynı tepkiyi aldığını görüyorsunuz. Çünkü dünyanın neresinde olursa olsun bütün insanların tanıdığı durumlar, ortamlar, davranışlar, duygular, çaresizlik, ulaşmak, bir şeylere ulaşamamanın verdiği acı, bunlar evrensel duygular. Eğer iyi işlenecek olursa her yerde aynı tepkiyi alır. Bunun için dünyaya açılmaya gerek yok ama bu tepkileri aldığımız zaman mutlu oluyoruz. Van’da, İstanbul’da, Karadeniz’de, Soma’da, Güney’de oynuyorsunuz, tepkilerde pek bir değişiklik olmuyor. Ben onları seyirci olarak algılamıyorum. Olaya insan diye bakıyorum. Bütün dünya insanları acıkıyor, susuyor, kavga ediyor, sevişiyor, korkuyor, kızıyor, doğuruyor, intikam almak istiyor. Bütün bu duygular dünyanın neresinde olursa olsun bütün insanlarda ortak paydadır.

Kibele’de 1000’lerce kadın var. 1001.sine yer versek diğerleri mahzun kalacak diyorsunuz. Ben Anadolu’daki karakterleri hangi parametreleri göz önüne alarak seçtiniz? Bu kadar kadın zenginliği içinde seçmek zor olmadı mı?

Ben Anadolu oyununda canlandırdığım karakterlerde seçimlerin çoğunu Güngör Dilmen yaptı. Çünkü Güngör Dilmen’in gerçekten çok sağlam bir mitolojik bikrimi vardır. Biz de mitoloji okuduk ama şimdi ben lazım oldukça geri dönüp bakıyorum. Tiyatro’da o an size oyunla ilgili olarak size ne lazımsa geri dönüp bakıyorsunuz. Mesela Shakespeare, Moliere, Çehov ya da bir Amerikan yazarının eserini oynuyorsanız. Yeniden o dönemlere geri dönüyor ve o dönemleri araştırıyorsunuz. Bu bakımdan Ben Anadolu’da dramatik boyutları olan kişileri seçmeye çalıştık. Dikkat ederseniz oyunda anlatılan ve işlenen öykülerin %90’ı merak duygusuyla beslenen ve kısalığına rağmen ilgiyle izlenecek karakterler. İçinde gerilimi yüksek tutan ve merak unsurunu ön plana çıkaran öyküler. O bakımdan seyirci şu anda eskisinden daha iyi dinliyor ve izliyor.

O zaman oyunun ilk sahneye konduğu dönemle şimdiyi karşılaştırırsak, seyirci profilinde de bir değişimden bahsedebilir miyiz?

Seyircide de zaman içinde bir merak duygusu oluşmuş ve artmış. Seyirciler oyunu yüzeysel bir ilgiyle değil merak ederek izliyorlar. Sessiz sedasız, çok dikkatle izliyorlar. Bu beni çok mutlu ediyor.

Oyuncu Yıldız Kenter, çok özel kadınlara sahnede yeniden hayat verdi. Maria Callas, Çöl Faresi, Pembe Kadın ilk akla gelenler. Bu isimler çoğaltılabilir. Bu kadınların hepsini birden yüreğinizde nasıl barındırıyorsunuz?

Ne çalarsam bu sazla çalıyorum. (bedenini kast ediyor) Onun için rolleri oynadığım zaman acayip değişik tipler yaratmak istemiyorum. Ses bu, alet bu, hepsini bununla halletmek mecburiyetindeyim. Piyanist, flüt gibi çalamaz. Bunun için bazen ben diyorum ki, ben hep kendimi oynuyorum. Aslında bütün bu kadınların hepsi Pembe Kadın, Çöl Faresi hepsi benim. Bende olan bir tarafın yansımasıdır. Bendeki o azim, o Çöl Faresinde ki azim değil mi? Bende o Hürrem Sultan ihtirası yok mu? Bende Maria Callas’ da ki sanatçı kumaşı yok mu? Var. Bunların hepsi benim. Bende bütün bu duygular mevcut. Bunun için her insanda da vardır. Bu duygular seyircilerde de var. Oyuna geldikleri zaman o nedenle kendilerini bu kadınlarda buluyorlar. Bazısı yalan söylemeyi kendine yediremiyor. Yalan söylemeyen insan var mıdır? Öfkelenmeyen insan var mıdır? İntikam almak istemeyen insan var mıdır? Ama insanlar oyuncudur. Herkes oyuncudur. Tiyatro oyuncusu, kendisini idare etmesini bilen kişi demektir. Bu her insan da olduğu sürece uygarlığa o kadar yaklaşılır. Oynamak, duygularını, düşüncelerini, koşullarını direk olarak kontrol altına alabilme sanatıdır. Bunu yaşamda yapmıyor muyuz? Yapıyoruz,.Gündelik hayatta bazen karşımızdakinin suratına “şunun suratına iki tane indirsem” diye içinden geçirdiğin anda tutuyorsun kendini ve gülümseyerek “evet efendim” diyorsun. O an içinden bir şeyler geçiyor belki ama tutuyorsun kendini. İşte iyi oyunculuk ve uygarlık budur. O bakımdan yaşamda çok iyi oyuncular da var, çok kötü oyuncular da var. Ama benim dileğim herkesin çok iyi oyuncusu olmasıdır. Maalesef her zaman yaşamda iyi oyuncular olamıyoruz.

Konservatuarda çok özel hocalardan ders almıştınız değil mi?

Ben çok şanslı bir insanım. Konservatuarda olağanüstü hocalarımız oldu. Muhsin Ertuğrul, Carl Ebert, Tevfik Ararat, Muazzez Gökmen, Madam Adler onların her birini o kadar çok sevgi ve saygıyla anarım ki. Genç hocalarımdan da çok şey öğrendim. Mahir Canova, Cüneyt Gökçer’den çok şey öğrendim. Bütün hocalarımız çok muhteşemdi.
Carl Ebert derse girer girmez bana oynamam için kocaman kocaman roller verdi. Carl Ebert Türkiye’den ayrıldıktan sonra İngiltere’ye gitti. Ben de İngiltere’ye gittiğimde beni gezici bir topluluk olan Glyndebourne’da sınava soktu. Ben o sınavı kazandım. Hatta bir oyunda başrol aldım ama maalesef çalışma izni alamadım. Hemen savaş sonrası dönemdi. İngiliz pasaportum olmadığı için çalışma müsaadem yoktu. Bunun başka yolları vardı ama ben o yolları denemeyi düşünmedim bile. Annem İngiliz’di. Çok rahat İngiliz pasaportu alabilirdim ama aklımdan bile geçmedi. Daha sonra Türkiye’ye Peter Potter Ankara’da bir opera sahnelemek için geldi. Ben de Müşfik ile beraber onun yönetiminde, Ankara’da İngiliz sefaretinin bahçesinde, İngilizce bir oyun sahneledik. Böyle imkanlarım çıktı. Amerika’da tiyatro okurken Amerikalıların ışık dehası dedikleri Jan Rosenthal benim hocamdı. O beni mutlaka dönemin en önemli oyun yazarlarından birinin yanına göndermek istiyordu ama olmadı. Babamı yeni kaybetmiştim, çocuğum vardı. Benim için çok acılı bir dönemdi.

Direnmek, sevmek ve inançlar uğruna savaşmaya devam etmek deyince benim aklıma Muhsin Ertuğrul geliyor. Muhsin Ertuğrul Devlet Tiyatrolarından ayrılınca sizden onunla beraber İstanbul’a geldiniz öyle değil mi?

Hayır, Muhsin bey Devlet Tiyatrosundan ayrılmadı. Muhsin Bey’i çok çirkin bir biçimde dışladılar, onun işine son verdiler. Bir insanın işine son verilebilir. Muhsin Bey gibi Türk Tiyatrosuna çok büyük emeği geçmiş bir insana yapılacak şey değil. Olacak şey değil. Zarafet yok. Masasının üzerine pul kadar bir kağıt bırakmışlar. Artık sizinle çalışamayacağız diye. Bu bizim o kadar çok gücümüze gitti ki biz de çektik gittik. Ondan sonra da bizim macera başladı işte. Öyle çalışmadan maaş yok. Öyle bir çalışma dönemi başladı ki, sanki Muhsin Bey bunun böyle olacağını hesaplamış gibi ben devlet tiyatrosundayken beni o kadar ağır ve çok çalıştırdı. Devlet Tiyatrosunda çalıştığım dönemde, 24 oyunda oynadık. Yani, her sene yılda yeni iki oyun oynamış olduk. Bundan sonra, İstanbul’da uzun bir süre Finten’i oynuyorum. Anadolu’ya çıkıyoruz, Eskişehir tiyatrosuna gidiyoruz, orada Yağmurcuyu oynuyoruz. Geliyorum. Ankara’da Fitnen oynuyoruz, Konya’ya gidiyoruz tekrar Ankara sonra Adana tekrar Ankara derken bu tempo hep böyle devam etti. Muhsin Bey beni sanki İstanbul için hazırlıyormuş.

O yıllardan günümüze sanatın şu anda Türkiye’de geldiği noktaya bakarsak neler söylenebilir?

Ne yazık ki Türkiye’de popülizm sanatsallığın önüne geçmiş durumda bir ranttır çıkardılar ortaya. Para ve rant kaliteyi, seviyeyi ve her şeyi yavaş yavaş bir girdabın içine doğru çekiyor. Düşündürmesi gereken bir oyun seyirciye zor gelebiliyor. Seyirci artık “düşünmek istemiyor”. Düşünmek çok eğlenceli bir iştir. İnsan düşünerek dinlendir. İnsanlar sadece herhangi bir şeye göbekten kahkaha atarak gülmek istiyorlar. Evet gülmek çok güzel bir şey ama gülmek de çok “ciddi” bir iştir. Bir insanı güldürebilmek çok ciddi bir iştir. Böyle kaşını gözünü oynatarak, yüzünü çeşitli şekillere sokarak güldürmekten bahsetmiyorum. Buna da gülen var ama gülmek “düşünmektir”. Merak ediyorum, Türkiye’de neden Bernard Shaw oynanmaz? Oynanmaz çünkü başka türlü bir espri anlayışı var. Çünkü üzerinde düşünmek lazım. Artık Türkiye’de gülmece yapmak demek, altı çok çizilecek, çok belli edilecek, bakın bu komiktir gülün demektir. İngiltere’de de şu anda maalesef öyle. Popülizm şu anda bütün dünyada ve bütün televizyonlarda hakim. Özellikle Amerika’ya baktığınızda bütün televizyonlarda, her yerde bir cıvıklık var. Sanat anlayışında bir çöküş var. Kalabalıktan mı oluyor diye düşünüyorum. Toplumlar, kalite ve seviyeyi kaldırmaz hale geldiler.

Konservatuarda hoca olarak ders veriyorsunuz sonra birden yarıyılın ortasında çıkartılan “garabet bir yasayla” artık ders veremeyeceğiniz anlaşılıyor (!) ve siz her zamanki gibi direniyorsunuz. Sonra, “hiçbir ücret almadan”, çocukların ders programını “hiçbir karşılık beklemeden” tamamlıyorsunuz. Bunu neden yaptınız?

Çocuklarla belli bir program uyguluyoruz. O öğrenciler ancak bunu bir bütün içinde algılayacaktır. 15 öğrencinin içinden bunu iki kişi algılayabilirse bu bana yeter. Bunun için o programı tamamlamak lazım. Senenin ortasında birden bire hadi güle güle diyorlar insana. Birazcık tuhaf geliyor yani. İnsana teşekkür edilir. Bir zaman tanınır. Ölene kadar ben burada kalacağım, bu işi yapacağım demiyor kimse. Eğer sağlığın ve kafan yerindeyse ve belli bir birikimin varsa, neden o birikimi değerlendirmeyesin? Hayır sen 65 yaşını doldurdun artık sen bittin diyorlar. Bazen görüyorum. Aaaa halen mi çalışıyorsun diyorlar? Neden çalışmayacakmışım? Ne yapmamı bekliyorsunuz? Yaşamak çalışmak demektir. Çalışırsan yaşarsın. Oturup ölümü mü bekleyeceğim? Bir şey yapacaksın. Hadi git yat biraz dinlen diyorlar. Ben yattığım zaman mutlaka bir şeyler okurum. Bir şeye bakmalıyım. Böyle tavana bakamam. Kafanızın dinlenmesi için bir şeyler alıp, bir kitap, bir yazı, bir şiir okuyarak, kafanızı alıp bir yerlere götürüp dinlendirebilirsiniz. Onun dışında o kafa, o duygular sizi rahat bırakır mı? Kafa sürekli tıkır tıkır çalışıp sizi yiyor. Orada ücretsiz çalışıp programı bitirmem aslında kahramanlık değil. O öğrencileri yarıyılda bırakamadım. Kendim için yaptım. Ben rahat olayım diye yaptım. Birçok şeyi yaptığım gibi. Bana sürekli aynı soruyu soruyorlar. Niye bu kadar çok çalışıyorsun? Kendim için. Umut için.

Umut, direnmek ve ayakta kalmak için neler söyleyebiliriz?

Ben, rahmetli olan karikatürist Ferruh Doğan’ın karikatürlerini çok severdim. Onu okuduğum zaman benim düşündüğüm şeyi çizmiş derdim. Sanat umuttur. İnsanın sevdiği her şey umuttur. Gülüş umuttur. Yardımlaşma umuttur. Bunların hepsi çok güzel şeyler olduğu için hepsinden bir sanatsallık vardır.

Umut, direnmek ve ayakta kalmak Ana Tanrıça Kibele’nin üç özelliği. Hepsi Tanrıça’nın “oyuncu suretinde” hayat buluyor. Son sözü, Ana Tanrıça Kibele’nin oyuncu kızı Yıldız Kenter’e bırakıyoruz. “Oyuncunun suretinde, binlercesi var bu sahnede. Bin birincinin adını ansak, öbürü mahzun kalır. Çağlar boyunca, kendi adımız yokmuş gibi kocalarımızın adıyla anılırız ve onları sezdirmeden güderiz. Ben Anadolu, Tanrıçaların Anası, türlü diller söylettiler, hiç ayırmadım. Zamanımız binlerce yıl, sahnemiz bütün Anadolu. Ben bir oyuncuyum. Değişerek ancak ayakta kalabiliyorum. Ben oyuncuyum. Bir varmış bir yokmuş, küllerinden doğan ben oyuncu, yüreğinizden tutuşan kıvılcımlarla, yeniden doğabilmek için eğiliyoruz önünüzde.”

Yüreğinde “Hep Aşk Vardı”. Bize ışığını bıraktı. Aziz hatırasına saygı, sevgi ve minnetle…

Editör: Haber Merkezi