ASYA YAŞARİKİZ / İZ GAZETE - 'İncinme Halleri, 'Am'a'erkil, ‘Tunç Gammaz’, ‘Anglosakso’ adlı dört şiir kitabı olan ve sanatın sadece tek bir alanda ortaya çıkabileceğine inanmayan şair Neslihan Yalman, yaratıcılığını disiplinlerarası anlamda farklı alanlarda da ortaya çıkarıyor. ‘Türkiye: Ne Yaşanabilir Ne Terk Edilebilir’ adlı bir deneme kitabı da olan Yalman’ın, ‘Yaşama Dokuna(maya)nlar Çadırı' adlı oyunu da 2004 yılında Suat Taşer Oyun Yarışması’nda ödül almıştır. Kendisinin ’10. Köy: Teyatora’ adında bir vizyon filmi senaryosu da vardır.

Türkiye’deki kadınların, hızlı parçalanan toplum yapısı karşısında kendilerine büyük otosansürler uyguladığını düşünen şair, Alsancak’ta bulunan ‘Tilki Sanat’ta da disiplinler arası bir çalışmaya imza attı. ‘Aşk Mektubu ISO 9001’ adlı çalışmasında, bir kadın pedine şiir yazan Neslihan Yalman, ‘’Günahınızın Bedeli Pıhtımdaki Havva’dır’’ adlı bu şiiri şu dizeyle bitirdi: ‘kanamak sanata dahildir.’

Neslihan Yalman’la sanatsal üretim süreci ve farklı disiplinlere bakışı hakkında konuştuk.

Şairsiniz ama disiplinler arası çalışmayı da seviyorsunuz. Tilki Sanat’taki çalışmanız örneğin, bunu açıkça gösteriyor. Bu çalışmanın serüveninden bahsedebilir misiniz?

Türkiye’de yaşayana bir kadın sanatçı olarak, belli tecrübeler ediniyorum. Belli durumlara maruz kalıyorum ya da benim gibi insanlar da kalıyorlar. Bu kafama çok takıldı. Sanatçının kendi yerel kimliğinden, travmalarından, saf tecrübelerinden, bilinçdışından malzemeyi toplaması gerektiğine inanan biriyim. Toplumsal bir varlık da sanatçı…

Sanatta kadın olgusu, kadının sanat yapıtında estetik düzeyde dar bir alanda, hep aynı ‘persona’lara dönüştürülmesi bende sorunsal oluşturuyordu. Bir de ben disiplinlerarası çalışmalara çok yatkın biriyim. Artık bir şiirin sadece bir şiir olmadığını düşünüyorum. Dünya da başka yerlere, başka sanatsal anlayışlara, kavramsal sanata, dijital sanata, uzaya doğru vd. gidiyor. Ben Türkiye’de hâlâ, 19. yüzyılın, Tazminat döneminin yaşandığını düşünüyorum. Bir yanda sembolistler, gelenekçiler, tasavvufçular vb. var, diğer yanda da tamamen batı formuyla taklit olarak bir şeyler yapanlar var. Fakat içerik öyle ki, o taklit öyle kötü duruyor ki, sanat alımlayıcısını da çok yanıltıyor. Bu sorunsallar karşısında ne yapabileceğimi düşünürken, bir gün internet üzerinden Sinan B. adlı sözde çağdaş edebiyatçı (!) bir adamın saldırısına maruz kaldım. ‘Am’a’erkil’ kitabıma ilişkin o beyefendi büyük bir kabalıkla, ‘Böyle kitap ismi mi olur’ yorumunu yapmıştı. Daha kitap okunmadan yorum yapanların, hatta yazı yazanların ülkesinde bu seviye hiç de şaşırtıcı değil. Herkes lümpenlik düzeyinde kalıplı ve yanlı… Ben de onun yazdığına karşı, bir pedi elime aldım ve bu malzemeye şiir yazmaya çalıştım. O an nasıl gelişti bilmiyorum -yanımda, Cahit Kaya adlı arkadaşım da vardı- pede yazamadım, zorlandım. Ben de onun formunda bir kâğıdı kesip, o kâğıdı pedin üstüne yerleştirip, o zemine şiir yazmaya başladım. Altına da, normalde yapmasam da, bu sefer şiirin tarihi olan 2017’yi attım. Düşündüklerimi ve zihnimde toparladıklarımı yazıp, pedi dış poşetiyle birlikte kapattım. Ben aslında, bugün bu pedi genel bir edebiyat festivalinde, genel bir sanat etkinliğinde vd. açıp okumak istiyorum. O hakkım da saklı duruyor.

Bütün bunlar olduktan sonra, bu çalışma üstüne yoğunlaşmaya karar verdim. Sürekli düşündüm, bir şiir/edebi bir yapıt ‘biricikliğini kaybetmeden’ bir duvarda nasıl sergilenir diye. Ardından, Tilki Sanat’ın kurucusu, sanat tarihçisi Çağatay Olgun’la tanıştım. Tilki Sanat’ta sinemacılar, müzisyenler, fanzinciler, tiyatrocular, felsefeciler, plastik sanatla ilgili insanlar var. Genç kesim yoğunlukta… Disiplinlerarası bir mekân… Olgun’a çalışmamdan bahsedince, onun bir örneğini ‘Buluntu’ adlı karma sergide sergilemeyi teklif etti. Ben de bu teklif karşısında çok mutlu oldum.

Çalışmanız tam bir enstalasyon olmuş, öyle değil mi?

Benim de istediğim buydu. Bu genişlikte, disiplinlerarası bir eser… Aslında, çalışmamın serüveni geniş… İlk olarak bir pedin üstüne yapıştırılan kâğıda bir şiir yazıldı. İkinci olarak, o formun fotoğrafı çekildi ve o fotoğrafla birlikte, şiirin ‘word’ üstüne geçirilen hali bir şiir dergisinde renksiz basımla kullanıldı. Üçüncü olarak, fotoğrafın renkli hali, ‘Akrostiş’ adlı Belçika kökenli bir derginin ‘Sansür’ sayısında benimle yapılan bir röportajla birlikte, tam sayfa kullanıldı. Dördüncü olarak, ben bu şiiri, küçük bir etkinlikte ped üstünden okuyarak bir performans gerçekleştirdim. Beşinci ve şimdilik son olarak da, Çağatay Olgun’un desteğiyle, kullandığım bire bir diğer örneğini duvarda bir karma sergide sergiledim. Yani bu çalışmada, şiir, fotoğraf, performans, enstalasyon, plastik sanatlar gibi çok alandan değerlendirilebiliyor.

Ben plastik sanata, güncel sanata, kavramsal sanata fazlasıyla ihtiyaç duyan biriyim. Türkiye’de özellikle şiir oldukça yavan, geri durumda; merkezdeki çoğu şairin şiiri ölü, yeniliği içermiyor, alımlayıcıyı yanlış bir dönemin içinde yaşıyormuş algısına sürüklüyor. Doyurucu, özgün, çarpıcı değiller. Şiir ve edebiyat cidden çok geri durumda ve kimseye yeterli gelmiyor. Çoğu şeyi takip ediyorum ve kesinlikle disiplinlerarası işlere inanıyorum. Çağatay Olgun da böyle bir fırsat verince, çok mutlu oldum. İki senedir kafamda dolaşan bir düşü onun sayesinde gerçekleştirdim. Bu arada, sergide birbirine çapraz duran ve pedi merkeze alan iki dikenli yarım çerçeveyi de Olgun ve Tilki Sanat ekibi tasarladı. Bu etkileşim tam benim istediğim şeydi. Yaptığım bir formun üstüne başka birilerinin alt metin katkısı hoşuma gidiyor. Eser türlerarasılık ve alt metin düzeyinde daha da zenginleşiyor.

Çalışmanız Türkiye’deki kadınların yaşadıklarına bir gönderme mi?

Şüphesiz… Türkiye’deki kadın sanatçılarda bir otosansür, bir çekince ya da illa önce erkeklik kurumsallığının çatısı altında bir şeyler yapma hali var. Bağımsızlık, özgünlük, cesaret yoğunluğu yok denecek kadar az… Düşündüğüm bu şey de yaptığım enstalasyonda vücut buldu.

Kadın sanatçılar farkında olmadan eril dil mi üretiyorlar?

Ben hepsinin çabalarına emek diye bakıyorum ama, açıkçası çoğu beni şaşırtmıyor. Yapılan çalışmalarda ciddi hamleler arıyorum. Şüphesiz, kadınların kendilerini yaratıcı düşünceyle ifade etmeleri gerektiğine inanıyorum. Her kesimden… Ev kadınları da yazsınlar, resim yapsınlar. Perspektif olmaz, derinlikli bir şeyler yapamazlar belki ama, içlerini dökebilirler. Lakin, söz konusu sanata gelince; sanat bir kimliklenme yaratıyor. İster istemez o kimliklenmenin altının iyi bir şekilde doldurulmasını istiyorsunuz. Ben hep başkaldıran sanatçı modellerine ilgi duydum, Türkiye’nin de öyle sanatçılara ihtiyacı olduğunu hissettiğim için herhalde… Çünkü, ülkemizde derinlikli, estetik bir başkaldırı neredeyse yok gibi… Esareti kabullenmiş, konumunu kaybetmek istemeyen, orta sınıf burjuva vb. benzer sanatçıların şişkinliğinden ortalık geçilmiyor. İyi de, burası Norveç değil ki!.. Ben bir İskandinav ülkesinde yaşamıyorum, Türkiye’de, Ortadoğu’da sanat yapıyorum. Diğerleri nerede yaşıyorlar, iç ve dış politikaya bakışları nedir, sanatlarındaki kimliklenme temsillerinin de ötesinde nereye denk düşüyor, bilmiyorum. Ben çoğunda bu çağrışımları bulamıyorum. Bu insanlar günün sanatını bile tam temsil edemiyorlarsa, bundan bir yüzyıl sonra ne olacaklar? Bunların hepsi silinip gidecek mi? Kapital merkezli, arzulanan sanatı yapmak, gerçek sanat mıdır? Hepimiz kapitalistiz de, bunun yüzdesi yok mudur?

Benim otantikliğim -tezat şekilde- çatışmalardan besleniyor. Dolayısıyla bu tezatlıktan üretim gerçekleştiriyorum, bu güçlü çarpışmanın yaşanması gerektiğini düşünüyorum, Hadron misali. Çoğu kadın sanatçıysa, aynı çerçevede yapıtlar üretiyorlar. Dizeleri birbirini çağrıştırıyor, hep bir erkek ‘persona’nın varlığı naif şekilde hissediliyor. Ona karşı gelinirken bile, sanki çiçeği koklar gibi bir şeyi protesto ediyorlar, dili dönüştüremiyorlar, yeni bir dil kuramıyorlar. Kolektiflik içindeler, ama kolektiflikle üslubun bir yerde de farklı olması gerekiyor. Hem beraberiz, hem de bireyiz, çünkü. Bu kadar da benzeyemeyiz. Ancak, böyle böyle çok seslilik ve özgünlük sağlanabilir. Kadınlar bunu çözemediler mi henüz, çekinceleri mi var -meslek, eş, psikoloji, korku, hayat vd.-, durum coğrafyayla mı ilgili tam bilmiyorum. Sonuçta, Türkiye’de iyi sanat takipçisi, okuyucusu da yok. Yazarla okur birbirini tamamlıyorlar, el bebek gül bebek gidiyorlar, sanki. Birilerinin çıkıp kral çıplak demesi gerekiyor. Kadın üzerine, feminizm üzerine festivaller yapılıyor ama %90’ı erkeklerden oluşuyor. Bunların içinde kadın sanatçıların kendi eşleri, sevgilileri var vd… Bu nasıl olacak, saf bir kadın hareketi? Tamam, bir şey yapılıyor ama yapılan işin alt yapısı bu sisteme aynı zamanda gerçek bir tepkiyle nasıl entegre olacak? Sistem yapılan şeyleri sadece kendisine dönüştürerek onaylıyor. Bu şekilde de sağlam bir duruş kazanılamıyor. Omurga eğriliyor. Belki plastik sanatlardaki arkadaşlar buna cesaret edebilirler. Güncel sanatla ilgilenen arkadaşlar olaya edebiyat ve şiir ortamına nazaran, farklı bir dünya ölçeğinden baktıkları için, oralar besleyici ve daha gelişkin olabilirler. Orada da ama başka bir sorun doğabiliyor, yapılan çalışmaların taklide kayması… Kişi bir yapıt üretiyor ama daha önce onun bir benzeri dünyada aynı içerikle üretilmiş ya da sanatçı buradaki hakiki travmasını ortaya koyamıyor. Travmasına sansür uyguluyor ki, sanat tam da o aralıktan fışkırır. Böyle bir sıkışma olduğunu görüyorum Türkiye’deki sanatçılarda. Heyecan yok, tutku yok, çocuksuluk yok. Kavram üretemiyorlar, melezlemeyi bilmiyorlar. Bu durum da, onların daha çok, orta sınıf ya da batı tipi bir profille kurumsal sanatçılar gibi sakin sakin takılmalarına neden oluyor. Hepsi aynı tip giyiniyorlar, aynı fotoğrafları, aynı iletileri paylaşıyorlar, aynı vücut dilini kullanıyorlar, aynı insanların iletilerine ‘like’ bırakıyorlar, aynı demeçleri verip, aynı başları sallıyorlar. Sanatçıların devlet memuru gibi bu kadar da birbirlerine benzemeleri ürkütücü geliyor. Bu da tüketim toplumu profilidir. Bunları deşmeliyiz. Daha çok platformda bir araya gelip, asıl bunları tartışmalıyız ki, konu ciddi boyutta eleştirel kapsama açılsın. Yoksa, taş duvarlar arasında, masaya isimlikler, su bardakları- kuru pastalar koyulmuş; üç-beş sanatçıyı, akademisyeni de oraya oturmuşlar, onlar da ufka dalıp dalıp, ellerini çenelerine dayayıp, ara ara bilgisayarlarını önlerine açıp pozlarını vermişler; bir de, bunlar sosyal medyada ‘etkinliğimiz gerçekleşti, teşekkür ederiz’ diye yayınlamış. Müsamere gibi komik geliyor. Gerçekleşti de, ne oldu peki? Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni mi sarstınız, sanatı geniş perspektiflere mi açtınız, bir direniş modeli mi ürettiniz? Ölü derileri biraz kaldırıp, yeni ölü deriler üretiyorsunuz. Çoğu etkinlik, edebiyat-sanat festivali, sergi, toplantı, seminer vb. yetersizlikten kırılıyor. Salgın misali…

Alternatif ses gerekiyor değil mi?

Kesinlikle… Sunulan sanatçılar, rol modeller -bu, belki merkez algısından ötürü ama- çok yetersizler… Merkezin pek işine gelir, kontrol edebileceği sanatçıları beslemek. Aynen, onu yapıyor. Sistem rahat yani, öyle farklı sanatçı, farklı ses yok, çok aykırı bir şey yok. Olanlar da özellikle İstanbul piyasası vb. içinde kendi kendilerine, oyun havuzlarında oynayıp, önce bira içmeye gidip, ardından evlerine sessizce dağılıyorlar. Ülkeye artık cidden, karizması yüksek perdeden işleyen, alternatif sesler gerekiyor. Bunun ihtiyacını hissediyorum ve inanın kendi adıma üzülüyorum. Gerçekten potansiyeli olan insanlar var mı, bu potansiyellerini ortaya koyabiliyorlar mı diye düşünüyorum.

Virginia Woolf ‘Kendine Ait Bir Oda’ kitabında bir kadının üretebilmesi için kendi ayakları üzerinde durabilmesi lazım diyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

O kitap da, bence yine her yerde olduğu gibi, tek taraflı yorumlandı. Dünyada ve Türkiye’de şöyle bir problem var; bir şey yorumlandı mı arkasından hep aynı yorumlar geliyor. Herkes birbirini onaylıyor. Ben bunu ‘Joker’ filminde de hissettim. Şu an vizyondaki ‘Joker’ filmi bana göre çok önemli bir çalışma; bir sanat eseri, hatta… Oradaki verileri iyi okumak lazım… ‘Kendine Ait Bir Oda’da ben bilhassa şunu sordum; bir kişinin, özellikle bir kadının ekonomik özgürlüğü, kendine ait bir odası olsun tamam da, bu kadar mülkiyet merkezli bakabilir miyiz olaya? Mozambik’te, 6 çocuklu bir ailenin kızısınız ve imkânınız yok diyelim. Yazar olamayacak mısınız, kendinizi ifade etmeyecek misiniz? Yasak mı? İlla bir İngiliz burjuvazisi, Türk burjuvazisi falan mı gerekiyor üretim için? Bu yanlı yorumlar ortalığı mahvetti. Bir mutfağın kenarında yazan kadınlar var, bir sokak lambası altında yazan kadınlar. Onları nereye koyacaksınız? Bence, ‘Kendine Ait Bir Oda’ derken, o oda önce insanın beyninin içidir. Orası, kendine en has alan… Çözülemeyen mekân… Her türlü güçlüğe rağmen kafamızın içindekileri tüm isteğimizle aktarabiliyor muyuz, buna bakmak lazım… Tabiî ki hepimizin sosyal imkânları olsun. Ben de isterim. Ama, yok. Hatta, çoğumuzun yok. Bu olayı sadece çeşitli mülkiyet modelleriyle okumak, sağlıklı bir düşünce yapısı değil ve çıkış da sağlamıyor. Çünkü yorumlar da her yerde, hep önce orta sınıf burjuva söylemiyle yapılıyor. O zaman Doğu’da kardelen şeklinde okutulan kadınlar, ezilen kadınlar, sanat potansiyeli olan insanlar ne olacaklar? Onların odaları neresi, kazançları nedir? Belki bunu sıkı bir örgütlenme modeli olarak düşünürsek, kendine ait odalar, ortak odacıklar yaratılabilir. Birbirimize nasıl destek oluruz ya da öyle bir imkânımız yoksa var olmaya nasıl devam edebiliriz, bu perspektiften bakmak lazım… Kadın kimliklerimizle… Yoksa, yorumların, analizlerin çoğu havanda su dövmeye yarıyor. Türkiye’de orijinallik yok, entelektüel de yok.

Yani mülkiyetin değil, üretimin öne çıkması gerektiğine mi inanıyorsunuz?

İmkânınız yok fakat kafanızda sanatsal düşünceleriniz var. O düşünceleri aktaracak ‘medium’lar lazım... O ‘medium’ları oluşturacak kadınlara ait ortamların, alternatif sanat yapılanmalarının, liyakatli çok seslilikle (bu önemli) sağlaması lazım… Türkiye’deki kadın enstitüleri, kadın müzeleri, kadın merkezleri de Allah’lık, özür dileyerek belirtmek istiyorum. Orada da özellikle, orta sınıf kadın sanatçı algılaması yaratılıyor, hep bir sistem güzellemesi var hep. Olumsuz eleştiri varsa da, cılız… Bu nasıl gidecek böyle, kadınların etleri satırla parçalanıp, boğazlarına bıçak sokulurken sokaklarda? O müzeleri kimler geziyorlar, orada neler konuşuluyor, orada hangi çeşitlilikle, hangi eserler var? Bir kadın iç çamaşırını, -işte yaptım mesela- bir kadın pedini, bir kadın cinsel organının fotoğrafını/bunun hikâyesini müzenize, söyleşilerinize cesaretle sokuyor musunuz? Sokamıyorsanız, sizin sistemle, kendinizle, diğerleriyle, erkek egemen yapıyla, kapitalizmle, ölümle, vahşetle, tacizle, tecavüzle, ensestle, cinsellikle, aldatmalarla, ayrılıklarla, yoksullukla bağınız nedir, bu konulara nereden bakıyorsunuz, merak ediyorum. Hele 21. yüzyılda her şey kapitalizme göbekten bağlıyken… Sanatçılar ayakta kalmaya çalışıyorlar. Birçok sanatçı ayakta kalırken o kurduğu temsilin de kurbanı oluyor. Kendi tuzağına kendi düşüyor. Temsille içerik iç içe gitmiyor. Eserler zayıf, söylemler kapalı, sakin, onaylı ve benzeş… Bu sefer bir şeyi sırtlanırken yazılanlarla yapılanlar bir olmuyor. Çok zor bir dünya… Ama bir şekilde alternatiflerin yaratılabileceğini düşünüyorum. Yaratılmak zorunda… Merkez sanat ve benzerleri olurken, artık genç alımlayıcı ve yeni yüzyılın dili yeni bir şeyler de istiyor. Bu alan keskinlikle ikiye yarılacak diye düşünüyorum. Alternatifler çok çok az olacaklar, tabii. Bu geçmişte de benzerdi. İyi sanatçılar, hele hele özgün sanatçılar endemiktirler, çok yetişmezler, nitekim.

Bağımsız, özel sanat akademilerini bu yüzden önemsiyorum. Rönesans çıkacaksa buralardan çıkacak. Devlet kurumlarından, güzel sanatlardan, orta sınıf burjuva sınıfının sanatından nefes alanları yaratılamaz. Bu özel akademilere, ev kadınları, emekli bankacılar, öğrenciler vd. herkes geliyor. Her kesim buralarda dirsek temasına girebiliyor. Kendiliğinden, estetik kolektif bir yapı oluyor ve gelenlerde bilinçlenme düzeyi yaratılıyor. İnsanlar bir resme bakmayı öğreniyorlar, bir kitabı analiz edebiliyorlar, demokratik bir ortamda farklı düşünceleri tartışabiliyorlar, bu da bir kimliklenme çeşidi.

Evet, kolektif çalışmanın böyle avantajlı bir yanı var. Bu arttırılmalı mı?

Türkiye gibi bir yerde bu alanlara açız, mecburuz… Hem bireysel krizlerimiz var hem de kolektif etkileşimlere ihtiyaç duyuyoruz. Kaçış alanlarına fazlasıyla ihtiyaç hissediliyor. Çalıştığım ‘‘Art Academy İzmir’’ de bu alanlardan biri… Alsancak’ta 5 senedir bir boşluğu doldurmaya çalışıyor.

Bir yerde ‘Ev kadınlarından bir ordu kurmak istiyorum’ yazmıştınız. Bu cümleyi biraz açar mısınız?

İnsan sürekli hayat hakkında düşünüyor. Türkiye’ye baktığımda, Cumhuriyet’in ciddi anlamda kadına seçme seçilme hakkı verilmesiyle kurulduğuna inanıyorum. Çünkü burası anaerkil bir toplum… Geçmişte Türkmen geleneklerimizde ne varsa, şu an tamamen tersi yapılıyor. Türklerin çıplak bir kadından türediği belirtiliyor. Bir Türk çocuğu dişi bir kurdun emzirdiği yazılıyor. Ülkenin adı savaştan gelen ve susayan bir askerin ayran dolduran bir kadına ‘Ana doldur’ ifadesinden geliyormuş vd… Oysa, Türkiye tanımıysa, İtalyanlar/gezginler vb. tarafından koyulmuştur, resmi tarihte ise bu şekilde geçiyor. Türkiye’nin adı Türkler tarafından verilmemiş, yani. Portekizlilerle, Cenevizlilerle ilişkiler var falan. Anadolu, bir de Türkiye… Yani, bir mitoloji, mitler; bir de resmi anlatım, kayıtlar var. Biz resmi olanı yanlış biliyoruz, mitlerimizi hele doğru dürüst hiç bilmiyoruz. Resmi olana saldırırken de, anakronik davranıyoruz. Her kesim kof, refleksif, aşırı yanlı ve sorunlu… Sanatçılar da dahil… Oysa, Prof. Dr. Kurtuluş Kayalı şunu da demiştir: ‘Bu ülke günahlarıyla, sevaplarıyla bizim.’

Bunlar söyleniyor da sözde, o kurtlar, o kadınlar, o analar evlere kapatılmaya çalışılıyorlar. Evlilik, çocuk, koşturma, giyim kuşam, cinsellik, aşk falan çeşitli kontrol mekanizmalarıyla sistemde eritiliyorlar. Bedenlerini özgürce kullanamıyorlar. Hatta, bedenlerini kullandıklarında tepkinin onlara, kadınlardan da geldiği oluyor. Bu ikiyüzlülükle, bu karmaşayla, bu kokuşmanın neresinde duracaksınız? Kadın hep etkin haldeyken, şimdi içeri kapatılıyor. Kadının başı da çoğu yerde bilinçsizce, rızasız kapatılıyor. Kadın, varlığını gelenekle, İslam’la, toplumsal normlarla, karışık bilinçdışıyla -kimi zaman kendi de- sıkıştırıyor. Bu yüzden ben Cumhuriyet’in 1934’te oturtulduğunu düşünüyorum. Türkiye’de kadın direnişi, kadın hareketi eğer ciddi, kolektif ve kimi yerde radikal -buna, sanat da dahil- şekilde devam ederse, çıkış buradan olacak. Sistem yüzyıllardır taşlaşmış, erkek egemen… Askerlik kutsanıyor. Bunu düşünürken, birden ev kadınlarını da düşündüm. Ev kadınları emekçi insanlar ve dört duvar arasında yoğun bir sıkışma da yaşıyorlar. Ben bu sıkışmadan da doğal bir enerji çıkacağını düşünerek, ev kadınlarından bir dişil hareket yaratmayı düşündüm kafamda. Eril orduya karşı, dişil ordu… Bir nevi ironi yaptım. Ama, fiiliyatta da, ‘altın günü’ne benzer şekilde ‘sanat günü’ yapma planlarım var. Kadınlarla kek-börek yiyelim, çay içelim. Ama, onlarla film de tartışalım, kitap ve şiir de okuyalım, neden olmasın?! Sürekli çözümsüzlük odaklı, günü kurtaran, ileri adımı sağlamayan modellemelerden de gına geldi. Sanatçılar bile bedel ödemeden memur, eş, anne, baba, ev-yazlık-araba sahibi olmak istiyorlar. Buradan çıkan sanat bu güç savaşları içinde, maalesef etkinliğini sağlayamaz, hele Türkiye’de. Picasso’nun bile modası geçmeye başlıyor, yeni ara yüzeyler, yeni hamleler gerekiyor. Aciliyetle…

Peki size farklı fikirler çağrıştıran kadın sanatçılar var mı?

Bu sorulara cevap verirken biraz imtina ediyorum. Çünkü yaratıcı insanlar da, sanki kan bağım olmayan akrabalarım gibiler… Anneler, kardeşler, dostlar, arkadaşlar… Birinin ismini söylesem, diğerini unutuyorum. Eksik kalmış hissine kapılıyorum. Bir de, sadece sanatçı olması gerekmiyor zihnimi tetikleyen kişilerin. Aktivistler, şarkıcılar, gündelik yaşamdan kişiler de beni etkileyebiliyorlar. Mesela, vajina konusuna yoğunlaşmış ve cinsel eğitim anlamında akademik ihtisas yapmış, rap şarkıcı Lady Bitch Ray var. ‘Bitchizm’ diye bir yapılanmayı yürütüyor. Kendisi Sivaslı ve Almanya’da yaşıyor. Türkiye’de Şükran Moral önemli bir performans sanatçısı bana göre… Biraz daha tabii, farklı işlere imza atması gerekiyor. Ona iyi bir asistan ve iyi bir ekip gerekli… Takip ediyorum. Diğer performans sanatçıları da çok ilgimi çekiyor. Fakat çok özgün isimler yok Türkiye’de. Leman Darıcıoğlu’nu biraz takip ediyorum, ama ona da ayrı bir asistan ve ekip lazım… Bir de, cidden kadın bedenini, saf çıplaklığı, Türkiye travmaları dahilinde anlatan çarpıcı, cıva gibi akışkan performans sanatçıları gerekiyor. Mesela, aklıma direk bir isim geliyor buna benzer: Afgan sanatçı Kübra Khademi. İzmir’deki Çankaya bölgesinden -orası, erkek esnafın bulunduğu varoşa yakın ve hareketli alandır- beter bir erkek çarşısında adını ‘Zırh’ koyduğu demir bir korseyle 2015’te yürüdü. Erkeklerin onu sarmalayıp, vahşice ellemeye çalıştığı bir yerde, kaç dakika sürerse sürsün özgün ve cesurluk kokan bir performans gerçekleştirdi. Bu tip hakiki işler beni inanılmaz tetikliyor. Türkiye’de kamusal alan problemi de var. Performans dediğin şey, kendi otantik krizlerinden beslenmeli… Sokağından da… Yoksa, kapalı alanda/stüdyoda soyunup, onu fotoğraflamak da yetmiyor. Amerika’da Carolee Schneemann vardı. Aklıma geldi, geçtiğimiz mart ayında vefat etti. Kendine has bir sanatçıdır, özgündür, asla unutulmayacaktır. Pornografiyi silah olarak kullanmıştır, estetik algıyı ters yüz etmiştir. Lakin, Yoko Ono yahut Marina Abramovic gibi isimlerin özgünlükleri ve bugünkü çalışmaları da tartışılır, bence. Eğer, en bilinenleri ve merkezdekileri sayacaksak… Yani, ben özgün sanatın, yarıkları açanların, mayınları patlatanların peşindeyim. Beni onlar daha fazla büyülüyorlar.

Yazarlardan Sevim Burak, Ayla Kutlu, Leyla Erbil, Anais Nin; şairlerden Nilgün Marmara, Sylvia Plath, Anne Sexton beni besleyen kadınlardır, mesela. Sarah Kane’i bir oyun yazarı olarak önemli bulurum. Etkilendiğim sanatçıların yaşamlarındaki krizlerle, yazdıkları ve yaptıkları arasında bir paralellik bulunuyor. Maalesef, çoğu da zor hayatlar yaşamışlar; çoğunu devlet memuru, çevirmen, etkinlik katılımcısı, eserleri şu dillere aktarıldı, şurada jüri üyeliği yaptı, şu derneğe üye, şunun annesi/kızı şeklinde tanımıyoruz. Öyle genel bir sanatçı özgeçmişi oluştu ya!.. Gülünç… Oysa, bu isimleri travmalarıyla, intiharlarıyla, delilikleriyle, sistemdeki sıkışmalarıyla tanıyoruz. Buradan da, özgün sanat çıkıyor. Sanat acıyla, kanla besleniyor. O yüzden, onların varlıklarına sonsuz şeyler borçluyum/borçluyuz. Kendilerini sanatla, aşkın bir gerçeklik içinde, çekinmeksizin feda etmişler. Bedel, aykırılık, cesaret, karizmatiklik, yüksek estetik algı, entelektüel derinlik, vicdan ve sistemle sorun yaşamadan yapılan sanattan çok bir etki çıkmıyor. Uzayda daha sert güç savaşları ekseninde, belki başka bir söyleşi de tekrar görüşmek üzere… Teşekkür ediyorum.

Editör: Haber Merkezi