Ümran Kartal uzun yıllar gazetecilik yapmış, basınımızın yakından tanıdığı bir isim. Bu kez edebiyat dünyasına Harf Öncesi adlı ilk kitabıyla adım atıyor. Harf Öncesi; dile, biçime, metaforlara önem veren öykülerden oluşuyor. Yazarın oluşturduğu öykü dünyası okurun da dikkatini isterken dillerarası bir yerden, Almanca-Türkçe, Almanya-Türkiye penceresinden okurunu selamlıyor. Ümran Kartal ile Edisyon Kitap’tan çıkan kitabını, edebiyatı, biçimi yazıştık; bazı öykülerin derinlerine indik. Yazıştığımızı özellikle söylüyorum; çünkü harflerle buluştuğumuz ve birbirimizi anladığımız bu sohbet kitabın da hakkını verdi bence. Harflerle başlayan sohbetimizi bir gün yüz yüze, kelimelere dökmeyi bekliyoruz şimdi…

Anadilinden uzakta yaşayan, gündelik hayatında Almancayı, yazı dilinde Türkçeyi kullanan birisiniz. Yabancılık, özlem ve anadilinden uzak olma temalarının da öykülere yansıdığını görüyoruz. Almancada yaşayıp Türkçe yazmak nasıl bir deneyim? Bu durum yazdıklarınızı ve yazı sürecinizi nasıl etkiliyor? 

Aslında tam olarak Almancada yaşadığım söylenemez. Daha ziyade dillerarası bir yerde yaşıyorum. Evet, çarşıda, pazarda, radyoda, televizyonda kulağıma çalınan sözcükler Almanca ama çocuklarımla Türkçe konuşuyorum. Onlar da benimle Almanca. Bu durum başta biraz garipsediğim, üzüldüğüm bir durumdu. Çünkü insan doğurduğu yavrusuyla anadilinde bağ kurmayı arzuluyor ilk etapta. Ancak bu arzunun, eğer siz isterseniz, hem kendinizi hem o bağı iyi gözlemlerseniz, dönüşebilen de bir yapısı var. Zira dil dediğimiz en nihayet şifre. O bu adı vermiş, ben bu adı. Ama o ad verilen nesnenin bundan haberi bile yok. Bakış açısı değişikliğiyle siz de bir zaman sonra o nesne gibi bihaber bir yerden yaklaşmaya başlıyorsunuz dile. Bihaber derken kayıtsızlık anlamında söylemiyorum bunu. Aksine özellikle yazma sürecinde ne yaptığınızın daha farkında olmanız şeklinde yazıya yansıyor bu. Karşılaştırmalar yapıyorsunuz. Bir dildeki imkânsızlığı diğerindeki imkânla kapatmayı deniyorsunuz. Var olan sözcüklere yeni anlamlar uyduruyorsunuz ya da iki dilden yapıları birleştirerek yeni sözcükler türetebiliyorsunuz. Bir keresinde rüyamdan başı Türkçe, son eki Almanca olan bir sözcükle uyanmıştım mesela. 


SAYFANIN TAMAMINA ULAŞMAK İÇİN TIKLAYINIZ


Kitabın adından öykülerin satır aralarına kadar harflerin önemli bir vurgusu var. Bir yazar olarak harflerin hayatınızdaki yeri nedir? 

Harf, öncelikle göze görünüşüyle, biçimiyle beni cezbediyor. Üstelik sadece Latin harfleri değil, diğer alfabelerin harfleri de. Bir de her bir alfabenin tipografik yanı var. Bilgisayarda, baskıda kullanılmak üzere alfabeler kendi içlerinde başka başka haller alıyor, kılıktan kılığa giriyor. Ben de bunu hayret ve hayranlıkla seyrediyorum. İçimde bir kıpırtı, bir sevinç hissediyorum. Harf, bende ayrıca geçmişiyle de büyük bir merak uyandırıyor. O şekle gelene kadar, a a olana kadar, b b, hangi yollardan geçti, o ilk hali, başlangıcı nasıldı... Beni başlangıç üzerine, başlangıca dair dağınıklık, düzensizlik, kaos, boşluk kavramları üzerine düşündürmesi bakımından harfi değerli buluyorum. 

ÜÇ BOYUTLU METİNLER 

Öykülerde dil kadar biçime de önem veriyorsunuz? Biçimin sizin edebiyatınızdaki rolü nedir? 

Sadece konudan ibaret bir metin beni tatmin etmiyor. Tek bir düzlemde sıkışıp kalmış gibi hissediyorum kendimi. Metni üç boyutlu hale getirmeye ihtiyaç duyuyorum. Okunup bitirildiğinde avucun içine oturtulabilen bir metin olsun, harekete geçsin, ayaklansın istiyorum. Dokunma hissi oluşsun. Bunda benim de yazarken içimde yazdığım şeye dokunma isteği oluşmasının da payı var elbet. Bunda da plastik sanatlara duyduğum ilginin payı. 

“Okyanus” adlı öykünüzde isminin ilk hecesini bile atan bir anlatıcı var. İsimlendirmenin, tanımlamanın hatta bazen hikâye anlatmanın gerçeklikle kurduğumuz bağı nasıl değiştirdiğini düşünüyorsunuz? 

Doğuyorsunuz, size bir isim veriliyor, o isimle çağrıla çağrıla artık kulağınız o sese alıştığı için kabulünüz oluyor, onu benimsiyorsunuz, kendinizi onsuz düşünemiyorsunuz, isminiz benliğiniz oluyor, benliğiniz isminiz. “Benim adım şu şu şu...” diye takdim ediyorsunuz kendinizi, bir iyelik ekiyle. Yunanca bunu daha iyi becermiş, “Beni böyle çağırırlar” diye kurmuş cümleyi. Tamam, cümlenin içinde “beni” geçse de çağırma-seslenme vasıtası var arada, isim bu durumda benliğinize tamamen yapışmamış oluyor. Onlar beni böyle çağırır, buna rağmen ben kendime istediğim ismi verebilirim düşüncesine kapıyı aralık bırakıyor bu tür bir ifade. “Okyanus” hikâyesinde de anlatıcı o aralık kapıyı keşfediyor, canına tak ettiği bir gün isminin ilk hecesini de atmak suretiyle o kapıyı ardına kadar açıp arkasına bile bakmadan çıkıp gidiyor. Göze aldığı şey ise onu bir daha kimsenin çağırmaması. Bu, onun artık var olmadığı anlamına gelmiyor. O sadece bundan böyle kendi varoluşunu ismi üzerinden değil, dünyada kapladığı yer üzerinden yapıyor. Gerçeklikle kurduğu, kuracağı bağ için sadece doğmuş olması yeterli geliyor. Hikâyeyi de böylece ölüme değil, doğuma bağlıyor. Yeniden doğuma da değil üstelik, hep o aynı doğuma. 

OYUN, OYNARKEN ÇATILIYOR

Bazen bir kavanozdan bazen bir sökükten kurduğunuz öyküler var. Hangi imgenin bir öyküye dönüşeceğine nasıl karar veriyorsunuz? 

Buna zihnimin bir köşesi karar veriyor galiba. En azından kavanoz ve sökük örneklerinde bu böyle. Kavanoz, küçüklüğümden beri sevdiğim bir nesne. Kimi tombul, kimi uzun, geniş ya da mesela annemin domates suyunu topladığı o çok bildik kavanozlar, onların süssüz püssüz beyaz kapakları veyahut turşuculardaki turşu kavanozları, akide şekeri kavanozları, reçel, bal... Yani ben “Büyük” öyküsünü o gün mutfak tezgahında duran bir küçücük kavanozdan yazmaya başladığım anda köşede biriken çoktan birikmiş. Aynı durum rastlaşmalarımızın ardından zihnimi asla kemirmeyen sökük için de geçerli. 

Üst kurmacayı da kullanıyorsunuz öykülerde. Burada otobiyografik öykülerden bahsedebilir miyiz? Yazma sürecinizin ne kadarı, nasıl öykülerinize yansıdı? 

Yazma sürecini yazıya dahil etmeyi seviyorum ama bunu postmodernlik olsun gibi bir önsiparişle yapmıyorum. “Tığ İşi”ndeki gibi çocuklu ev ve yazı hayatının cilvelerine ya da “Öykü Arası”ndaki gibi defterde iki yaprağın yapışmasıyla ortaya çıkan sürprizlere kendimi bıraktığımdan oldu bu. Çocukların oyun kurarken yaptığına benziyor bu. Oyun, oyunu oynarken çatılıyor. Yani o sırada tamamen o içinde bulunduğunuz andasınız, ne bir fazla önünde ne de bir fazla gerisinde. Nerede bulunduğunuz bile önemli değil. Böyle ana ve mekâna dair sınırların muğlaklaşıp uçuştuğu bir durumda “ben” kim, o da artık tam belirlenemiyor. “Nakliyat” mesela... Derginin birinde bir sabah bir cümle okuyorsunuz. O cümleyle başlayan bir öykü hayal etmeye başlıyorsunuz, sonra da bu hayalin yazarak sırrına ermeye uğraşıyorsunuz, en sonunda vardığınız yer ne Almancaya ne de Türkçeye ait yeni bir şahıs zamiri icat etmek oluyor. 

Yazı karmaşayı düzene sokan bir yapı... Bu açıdan düzene hizmet eden bir yanı var. Doğuşuna baktığımızdaysa; resimden yazıya, somuttan soyuta, doğadan kültüre bir geçiş söz konusu. “Boncuk oyası dediğimiz zarif güzellik, haddizatında, aynı motifin birbiri ardına örülmesiyle yine “düzene” hizmet eden bir yapı değil miydi?” diyorsunuz “Harf Öncesi” adlı öykünüzde. Eril tahakkümü bugün yazıyla katı ve eşitsiz kurallarından arındırma çabamız ve doğa ile kaybettiğimiz bağı yine metinlerle kurma gayretimiz konusunda neler söylemek istersiniz? 

O öyküde karakterin kendisine bu soruyu sorduğu an bileklerine takılı kelepçeyi ve onun metal soğukluğunu teninde ilk defa hissettiği an esasında. O andan sonra devam etmeyebilirdi. “Bir tek ellerim kalmış bana, onlar da bileklerimden kelepçeli” deyip pes edebilirdi. Etmiyor. Gözleri var hâlâ hareket ettirebildiği. Göz de sadece dosdoğru karşıya bakmak için değil. Tahtaya bakıp orada yazılan kuralları deftere olduğu gibi geçirmeye yaramıyor sadece. Yuvar bu, her yöne döndürebilirsiniz. Dilinizin dönmediğine gözünüzle yetişebilirsiniz. O da böyle yapıyor. “Pışık” diyor bir nevi. Ama bunu “şimdi gösteririm ben sana dünyanın kaç bucak olduğunu” düşüncesiyle yapmıyor. Bu yine tahakküme çıkar çünkü. Kendisi dünyanın dört bucağı oluyor. Daha doğrusu zaten dört bucağıymış dünyanın, bu unutturulmuş. Unuttuğunu gözünün önüne getiriyor. Pışık derken ikinci hecedeki ı'yı, ı artık ı olmaktan çıkana dek uzatmak suretiyle beceriyor bunu. Gayretimiz onunkiyle eş.


Zorbalarımızla Yüzleşmek

Sel Yayınları, içinde bulunduğumuz ayda Romain Gary’nin Lady L. Adlı romanını Alev Er çevirisi ile okurla buluşturdu. Romain Gary, muhtemelen pek çoğunuzun Onca Yoksulluk Varken adlı romanıyla tanıdığı bir yazar. Kitabın tanıtım bülteninden konusunu paylaşıyorum. Ardından da tadımlık bir okuma bırakıyorum sayfaya…

KARANLIK VE MİZAHİ BİR HİKÂYE

İngiliz aristokrasisinin pek muhterem üyelerinden Lady L., sekseninci yaş gününde şehvete, hırsa ve tutkunun tüketici karanlığına dair bir hikâye anlatmaya karar verir. Mezara götürülmesi gereken büyük sırlar ortaya saçılır; mücevher kutuları, kilitli kasalar ve mühürlü kalplerde unutulmaya yüz tutan ihtimaller bir bir su yüzüne çıkar.
Soylu unvanlardan, şatafatlı giysilerden deri değiştiren bir yılan misali soyunan bu geçmişte, Paris sokaklarını yarı aç yarı tok, yalınayak arşınlayan âşık bir genç kadın tüm cüretkârlığıyla belirir. Aşkın durmaksızın körüklenen bir intikam ateşiyle harlandığı bu dönemeçte, patlayan bombaların, havaya uçurulan binaların, ateşlenen tabancaların ve paramparça olmuş isyankâr bir sevdanın ortasında anarşinin, şiddetin, yalanın ve ihanetin buruk tadı duyumsanır.
Boyunduruklarımızdan kurtulup özgürleşmek için kendi şeytanlarımıza isyan etmenin, zorbalarımızla yüzleşmenin şart olduğunu bilenler; hep sonuna kadar gitmek gerektiğine yürekten inananlar için Romain Gary'den ihtiraslı bir kurmaca.

TADIMLIK OKUMA

Pencere açıktı. Gökyüzünün mavi fonunda yaz ışığıyla aydınlanan lale buketi zamanından önce gelen bir ölümün seksen yaşında alıp götürdüğü Matisse’i düşündürtüyordu ona, vazo çevresine dökülmüş sarı taçyapraklar bile ustanın fırçasına biat ediyordu sanki. Doğanın soluğu kesiliyor gibi geldi Lady L.’ye. Büyük ressamlar her şeyini almıştı; Turner ışığı çalmıştı, Boudin havayı ve gökyüzünü, Monet toprak ve suyu; duvarlar boyu arz-ı endam eden İtalya, Paris, Yunanistan birer klişeden ibaretti artık; resmi yapılamayanın fotoğrafı çekilmişti ve dünya kim bilir kaç elin soyup çıplak bıraktığı istismar edilmiş o kızlara benziyordu giderek. Gereğinden uzun yaşamıştı belki de. İngiltere onun sekseninci yaşını kutluyordu bugün ve tek ayaklı masanın üstü çoğu Buckingham Sarayı’ndan gelmiş telgraf ve mesajlarla doluydu; her yıl aynı şey, herkes olanca ağırlığıyla yüklenip sizi batırmaya çalışıyor. Tiksinir gibi baktı sarı lalelere çiçeklerin hangi ara en sevdiği vazoya yerleştiğini düşünerek. Sarıdan nefret ederdi Lady L. İhanet, kuşku, tuzak, salgın ve yaşlı- lığın rengiydi çünkü. Gözünü lalelere dikti sertçe ve bir anda içinde kuşku belirdi... Yok canım, mümkün değildi. Kimse bilmiyordu ki. Bahçıvanın ihmalkârlığı olmalıydı.
Öğleye kadar bütün zamanını karşıdaki küçük yaz evini gören açık pencerenin önündeki koltukta, yanından hiç ayırmadığı, her gezisine götürdüğü küçük yastığa başını dayayarak geçirmişti. Cennet’in efsunlu huzurunda şefkatle buluşmuş hayvan desenleri işlenmişti yastığa: O özellikle kuzuyla sarmaş dolaş aslanla dişi geyiğin kulağını sevgiyle yalayan leopar desenini severdi: Hayat buydu işte. Desenin naif tarzı sahnenin derin, insanı mutlu eden basitliğini daha bir vurguluyordu. Yüksek sanatla altmış yıl içli dışlı olmak sonunda başyapıtlardan bıkmasına neden olmuştu: İnsanın o tepeden bakan, bıktırıcı iddialı halini, üstünlük taslamalarını ustalıkla yerle bir eden boyalı kart ve kartpostallara, o Victoria dönemi tasvirlerine ilgi duymaya başlamıştı giderek; suya düşmüş bebeği kurtaran iyi köpekçiklere, pembe kurdeleli kedi yavrularına ya da mehtapta aşk tasvirlerine. Elini bastonunun fildişi topuzundan ayırmazdı; kolayca ayaklanıvermesi bir yana, ondan beklenen ama mizacına ters yaşlı kadınlara has bir hava vermeyi de sağlıyordu baston: Yaşlılık, bunların yanı sıra ihtimam gösterilmesi gereken bir uzlaşmaydı artık. Gözlerini İngiliz gökyüzü fonunda kestane ağaçlarıyla yer yer kesilen yaz evinin altın kubbesine dikip gülümsedi; sıra sıra dizili bulutları, soluk mavi rengiyle gökyüzü herhangi birini çağrıştırıp hatırlatmaksızın küçük torunlarının elbiselerini getirirdi aklına: Kraliyet ailesinin terzisince giydirilmiş, tümüyle nötr ve usulüne uygun bir gökyüzüydü.


KELİMELERİN İZİNDE 

tığ

a. Far.
1. dantel ya da yün örmekte kullanılan, ucu çengelli kısa şiş.
2. katı bir şeyi dikerken, iğne geçirilecek yeri delmek için kullanılan, çelikten yapılmış, sivri uçlu, ağaç saplı araç.
3. demircilerin ve tesviyecilerin delikleri büyütmek ya da eşit duruma getirmek için kullandıkları takım.


YAZARIN İZİNDE 

ROMAIN GARY 

1914'te Litvanya, Vilnius'ta doğdu, annesi tarafından büyütüldü. 
On dört yaşında annesiyle Fransa'ya gelip Nice'e yerleşti. 
Hukuk öğreniminin ardından Hava Kuvvetleri'ne girdi.
1945'te yayınlanan ilk romanı Polonya'da Bir Kuş Var (Polonya Eğitimi) ile sert ve şiirsel üslubu sayesinde büyük ses getirdi. 
Aynı yıl Fransa Dışişleri Bakanlığı'nda çalışmaya başladı.
1948'de Le Grand Vestiaire'i (Büyük Vestiyer) yayınladı, 1956'da Cennetin Kökleri'yle Goncourt Edebiyat Ödülü'nü aldı. 
Los Angeles'ta başkonsolosken aktris Jean Seberg'le evlendi, senaryolar yazdı, iki film çekti. 
1961'de diplomatlığı bırakıp Les Oiseaux vont mourir au Pérou - Gloire à nos illustres pionniers'i (Peru'da Kuşlar Ölecek - Meşhur Öncülerimize Şan Olsun) ve mizahi bir roman olan Lady L.'yi yazdı. 
Ardından oylumlu efsane anlatılarına girişti. 
Hayatı boyunca kendini var edebileceği yeni roller, yeni kimlikler peşinde koşan Gary, ihtiyaç duyduğu "edebi arınmaya" yeniden erişebilmek için 1973'te tamamladığı Koca Tembel'i Émile Ajar müstear adıyla yayınlamaya karar verdi. 
Özgünlüğünü ve yaratıcılığını kaybettiği yönündeki sert eleştirilerden yeni edebi kimliği sayesinde özgürleşen yazar, 1975 yılında çıkan romanı Onca Yoksulluk Varken'le edebiyat dünyasında eşine az rastlanır bir durum yaşanmasına neden oldu: Goncourt Edebiyat Ödülü'ne ikinci kez değer görülen tek yazar olmasının yanı sıra, tercihini, çağdaşı Julien Gracq gibi, ödülü geri çevirmekten yana kullandı. 
1970 yılında boşandığı Jean Seberg'ün 1979 yılındaki, esrarını hâlâ koruyan intiharının ardından Gary'nin romanlarındaki yaşlılık, ölüm ve intihar temaları çokça tartışıldı: Biletiniz Buraya Kadar, Kadının Işığı, Uçurtmalar.
Gary de 1980 yılında ardında bıraktığı intihar notuyla yaşamına son verdi. Son cümlesi, Nihayet kendimi bütünüyle açığa vurabildim, oldu. Gary, intiharının ardından yayınlanan itiraf niteliğindeki romanı Vie et Mort d'Émile Ajar (Émile Ajar'ın Yaşamı ve Ölümü) ile bir mahlasın ardında özgürleşmeye duyduğu ihtiyacı açığa vururken büyük bir sır perdesini de aralamış oldu.

(Kaynak: https://selyayincilik.com)


KİTAPLARIN İZİNDE

Âdem Ademoğlu’nun Boşluğu – Oğuz Tecimen (İthaki Yayınları, Ocak 2022, Roman)

Âdem Ademoğlu kitaplarla ve kitaplarda yaşayan, ismiyle müsemma bir avare. Okuyor, yazıyor, ara ara kitaplarla ilgili işlerde çalışıyor, oradan oraya savruluyor – bir “âdem”den ötekine, bir “adem”den diğerine bürünüyor... Bir başına kalınca boşluk muammasına uyanıyor. Ama acaba hep orada mıydı boşluk? Bu sorunun peşinde, kendisiyle ve başkalarıyla boşluğa dair her telden muhabbetlere koyuluyor. Hikâyesinde yol aldıkça çoğalan boşluklar onu umulmadık bir keşfe götürüyor. Ve bu arada neler neler oluyor... İşte onları okur ile yazarın, kahraman ile anlatıcının iç içe geçtiği bu metnin dolambaçlı satırlarında bulacaksınız.


Boynunun Etrafındaki Şey – Chimamanda Ngozi Adichie (Doğan Kitap, Şubat 2022, Öykü)

“Ama sonraki haftalarda yazmak istedin, yazmak istiyordun, çünkü anlatacak hikâyelerin vardı. Amerika’daki insanların şaşırtıcı açıklığını, annelerinin kanserle savaşmasını, gelinlerinin erken doğum yapışını nasıl hevesle anlattıklarını; gizlemeniz gereken ya da yalnızca onlara iyilik dilemeleri için aile üyelerine anlatabileceğiniz şeyleri yazmak istiyordun. İnsanların tabaklarında ne çok yemek bıraktıklarını ve birkaç doları sanki bir kurbanmış, ziyan ettikleri yemek bir adakmış gibi buruşturup bırakmalarını yazmak istiyordun.”
Feminist Manifesto’nun yazarından, Amerika’da ve Nijerya’da geçen, sürgüne, köksüzlüğe, aşka, kadınlığa ve erkekliğe dair on iki olağanüstü öykü.


Vapur Hikâyeleri – Murat Şahin (Biz Kitap, Ocak 2022, Öykü)

“Ben onun yaşamının son otuz yılında çok yakınında olduğum için yazdığı birçok roman, hikâye ve denemelerin arka planına, yazılma sürecine tanık oldum. Çalışkanlığı, alçakgönüllülüğü ve yetişmesinde katkısı olanlara beslediği vefası eminim yalnız beni değil, yakınında olan birçok insanı etkilemiştir. İstanbul'dan İzmir'e geldiğinde dostlarını tek tek arar, onlarla bir araya gelip gençlik günlerindeki deliliklerini anardı. O, "görünen resmin kuytusunda kalmış durumların ve insanların hikâyecisiydi. Tarık Dursun K.. İzmir'i çok severdi, İzmir de onu çok severdi. Şimdi sevdiği topraklarda ve hepimize ''Öpüldünüz çocuklar'' diye sesleniyor.” Aydoğan Yavaşlı


Büyüyemeyenler – Melis Danişmend (Mundi, Şubat 2022, Anlatı)

Bu bir “kişisel gelişememe” kitabı.

Aşkta şansının baş aşağı gittiğini görenler, ailesiyle çatışırken artık barışma vaktinin geldiğini fark edenler, “kariyer seçimi”ni gözden geçirenler, yani kendi iç dünyasına dönerek hesaplaşmaya cesaret eden, ama bunu gülerek, kendiyle dalga geçerek, etrafını da zekice iğneleyerek yapabilenlerin kitabı bu.

Boşandıktan sonra evini kapatıp bu kez bir yetişkin olarak ailesinin yanına dönmek zorunda kalan, plazalar dünyası yerine müzik ve basın sektöründe inişli çıkışlı bir mücadele veren Melis Danişmend’in hikâyesi, pandemi sonrasında belki de birçoğumuza her zamankinden daha yakın gelecek. Ama Büyüyemeyenler bundan da fazlası...


 

Editör: Haber Merkezi