Yaralar Sarılırken arkasına 12 Eylül darbesini almış bir ilk roman. Romanın kahramanı Ilgın, karşısına çıkan bir yabancı ile geçmişini hatırlıyor, kendi hikâyesiyle yüzleşirken aşk ve dayanışma yoldaşı oluyor. Filiz Yurtkoru bir İzmirli. Dokuz Eylül Maden Mühendisliği Bölümü’nden mezun, kamuda çalışıyor. Kendisiyle Edisyon Kitap’tan çıkan romanı hakkında konuştuk.

İlk kitaba giden yazım sürecinden bahsederek başlamak istiyorum.

Birkaç kelime söylemem gerekiyor. Önceliğim, bu söyleşi için teşekkürümdür. Editörüm Ferhat Uludere ile yolumun kesişmesi, “Hayata Edebiyat Katıyoruz” sloganıyla yürüyen “Yazı Çizi Çeki Atölyesi” vesilesiyle olmuştu. Instagram’da karşıma çıkmış ve hemen atölyeye yazılmıştım. Gerçi yazılma amacım, yazmaktan öte hikâye okuma sevgisini kendime aşılamaktı. Sonra bir baktım ki okumaktan yazmaya evrilen kocaman bir adım olmuş bu dönem yaşamda.

Yaşamı ise bana verilen mükemmel bir hediye olarak algılıyorum. Ancak verileni almak bir yere kadar mutlu ediyor beni. Dijital çağ bize internet ağlarıyla büyük bir fotoğraf albümü yapıyor. Bu albümlerin içinde beş duyumuzu kullanarak var olan bir şey bulamıyorum. Bu sebeple yaşama sunacağım bir armağan olarak, oluşum hikâyesinin derinliğiyle bir kitaptı. Belki daha fazlası…

Bu romanın fikri nasıl oluştu? Dönem olarak 12 Eylül’ü seçmenin nedeni neydi?

Ferhat’ın öğrettiği üzere romanda ilk belirlediğim, zamandı. İlk adım zamanla atıldı. 12 Eylül’de henüz dokuz yaşındaydım. İnsanı ve sokağı anlama telaşındaki yıllarımdı. Detayları belli belirsiz hatırlasam da aktarılanlardan derlenen bir film şeridi gibidir hafızamda. Olumsuz duygularıma ağırlığıyla işlenmiş bir tarihtir 12 Eylül; “Asmayalım da besleyelim mi?” sözünün hiç unutulmadığı, darbecilerin utanma ve tevazuunun olmadığı zamanlardı. Güzel ülkemin demokrasi tarihinde kara bir leke; unutulmamalıdır. Birçok anı, inceleme, derleme yazılmıştı o kara döneme ait.

Ben de o dönemi hatırladığımızı hissettiren, zülfü yâre dokunan bu tarihi aldım kitabıma.

Romanın fikri ve içeriği, zamandan sonra aklıma düşen ana karakterimle ilerledi.

Korku anlatılan dönemin en baskın duygularından. Buna rağmen karakterler oldukça cesur hareket ediyorlar. Karanlık dönemlerden geçerken hissedilen korku ve gösterilen cesareti nasıl değerlendirirsin?

12 Eylül İhtilali’nin ve hatta siyasi baskıların beslendiği en baskın duyguydu korku. Karanlık dönem diye adlandırabileceğimiz 12 Eylül, insanın hisleriyle kullanıldığı bir dönem. Ciddi bir travmaydı. İhtilalcilerin elindeki maddeye ve hâkimiyete dayalı güç kavramı, halkın üzerinde saldığı ve yarattığı baskının sonucunda korku… Yıllarca canını emanet ettiğin kolluk kuvvetlerinden korkmaya başladığın, güven duygunun sınandığı bir dönemdi maalesef.

Ancak her ne kadar karanlık dense de aynı zamanda aydınlık bir dönemdir de 12 Eylül. İkilem olarak görmüyorum. İnsanca yaşama, haklarını ifade etme ve ülkesini sevme üzerine kapalı kapılar ardında baskıyla yaşamak değil, düşünerek, birbirine güvenerek var olma çabasıydı halkın hisleri.

Benim kitabımdaki tüm karakterlerim cesur yürekti, evet. Onlar benim çocukluğumun yürekli karakterleriydi. Karakterlerim korkuyu iliklerine kadar hissetseler de sinip yaratılan şartlara teslim olacaklarına akıl sağlıklarını koruyup, biraz da hafifseyerek kendileri olacakları bir cesaret içindeydiler.

Cesareti hissettiğim -o döneme ait- bir anımı paylaşmak isterim, müsaadenizle. 12 Eylül darbesinde bitişi dağlara çıkan bir sokak üzerindeki bahçeli evde oturuyorduk, küçük bir yerleşim alanıydı. Kardeşimle paylaştığımız odamızın penceresi sokağa bakıyordu. Genç insanların gecenin alacasında o sokaktan koşarak dağlara koşmalarını izledik. Bir gece yarısı evimiz basıldı, her yer asker kaynıyordu. Biz üç kardeş güvenlik güçleriyle ailemizin arasında dizilmiştik. Ne annem bizi geri çekmiş ne de kimse bize çekilin demişti. Askerlerle birlikte gelen polislerin ailemi tanıması sebebiyle, adresimizin kullanıldığı anlaşılmıştı. Giderlerken, “Herkes evine girsin” emirlerine inat gibi bizim sokak sakinleri evimize dolmuştu. Bunlar benim için cesaretin olduğu adımları izleme fırsatıydı. Bu cesaret, benim karakterlerim oldu kitabımda.

Roman bir adada geçiyor. Metaforik olarak adanın kullanımının özel bir anlamı var mıydı?

Birilerinden ya da kendimden kaçtığımda, içime gömülürüm. Sessizliğe sığınır, kapanırım. Bu yerleştiğim bedenim bir nevi adadır bende. Romanımdaki mekânı ada olarak seçmemin de sebebidir.

Romandaki ana karakterim Ilgın kendi içinde yarattığı adaya çekilirken, yaşamında da bunu onaylayacak şekilde yerleşim alanı olarak adayı seçti.

Ada yerleşimi; mekânsal olarak her dakika ulaşılamaması, belki bir anda yok olma ihtimali gibi coğrafi koşulları; zihinsel olarak ise kaçışı, yalnızlığı belki de insansızlığı, kendine sığınmayı, kaybolma hatta yok olma gibi duygu ve düşünceleri kapsıyor.

Bu sebeple ada, Ilgın’ın üzerine kurguladığım içerikle örtüşüyor, onunla bütünleşiyordu. 

Keyifli bir inceleme sorusuydu, umarım düşüncemi anlatabilmişimdir.

Ana karakterimiz Ilgın geçmişiyle hesaplaşmakta olan bir kadın. Onu geçmişinden çıkarıp hayatla ilişkiye sokan şey yeni bir aşk oluyor, her ne kadar bu en başta çok dillendirilmese de. İnsanı hem yaralayan hem sağaltan aşkı nasıl tanımlarsın, hayatımızdaki rolü nedir?

Ilgın, geçmişiyle hesaplaşmaktan korkan, acısıyla yaşadığı aşkı “belki bir gün” diye hep bir umutla bekleyen bir karakter. Denizden gelen teknenin varlığı aslında onun için sarsılma anıydı. Belki düşüncesizce sadece içindeki aşka olan kırgınlık, hasret ve nefretle hareket edip kendisiyle yüzleşti. Yüzleşirken de hakkında hiçbir şey bilmediği bir adamın zarafetine önce hayran, sonra âşık oldu. Ancak geçmişte yaşadığı bu zorlu ilişki onu öğrenmeye yatkın kıldığında yeniden aşka yöneldi. İlk anda Ilgaz bu durumda ne kadar etkiliydi, Ilgın’a sormak gerekir elbette…

Ilgın yaralı bir aşkı yaşamış olsa da benim içimdeki aşk hissiyatı bu değil. Aşk insanı yaralarsa o aşk olmaktan çıkmış, esarete dönüşmüştür. Bence aşk harika bir duygu… Planlara bağlı ilerleyen, fazlaca tüketildiği hatta anlamsızlaştırılmaya çalışıldığı son dönemlerdeki ilişkilere rağmen dimdik ayakta duruyor. Ben halen Eros’un okuyla çarpıp geçen aşkın güzelliğine inananlardanım. Rastgele deriz ya hani, akılla ulaşamadığımız ve açıklayamadığımız şeylere yönelirken. Aşk işte benim için böyle bir duygulanım.

Aynı zamanda bir kadın hikâyesi olarak da okuyabiliriz kitabı. Hatta bir kadın dayanışmasından da söz etmek mümkün. Bu konuda neler söylemek istersin?

Tamamen bir kadının hikâyesi aslında kitabım. Ana karakter Ilgın’ın etrafında inşa ediliyor. Onun duyu, duygu, bakış açısı ile şekilleniyor. Yaşamına giren güçlü bir kadın olan Dilşah, Ilgın’ın eksik yönlerini tamamlıyor. Bütüne giden yolda güzel bir dostluk örneği ilişkileri…

Kadının içsel dengesini sağlamasına izin verildiği toplumlarda tüm ilişkilerin düzgün ilerlediğini okuyor, seyrediyor ve gözlemliyoruz. Bu sebeple önce kadının kendini anlaması ve tanımlaması çok önemli geliyor bana. Bir Hint atasözüydü sanırım, “İnsanların eğitimlerine anneannelerinden başlanmalı” diye. İnsanı yetiştiren bir kadın (elbette bu konuda varlığını ortaya koyan adamları görmezlikten gelemem) hislerini kontrol etmeyi öğrendiğinde, diğer kadınları rekabet unsuru değil, yol arkadaşı gördüğünde oluşacak kadın dayanışmasıyla bu toplumun her şeye rağmen ilerleyeceğine inanıyorum.

Roman karakterleri arasında ciddi bir dayanışma var. 80’lerden bugüne bu ruhun değişimi sence nasıl oldu?

Benim karakterlerim benim yaşamımda anlık gördüklerimden derleyip hep olmasını istediğim dayanışma ruhuna sahiplerdi.

Ancak yaşamın şu andaki gerçeği asla bu değil. Kurtuluş Savaşı’nda tek yürek olup ülkeyi kuranların torunları olan fertlerin değişim ve gelişimi elbette bilimsel yönden inceleniyordur. Maalesef son yıllarda gözlemlediğim; bireyselliğin de yaşarken bencilleşen, çıkarı için hareket eden ve bu hareket içinde başkalarını zekâ yönünden küçümseyerek ayak oyunlarına dalan insanlığın dip yaptığı bir seviyede boğulduğumuz.

Medeniyet denilen tek dişi kalmış canavar sanırım kimi nasıl vuracağını iyi biliyormuş gerçekten. Canlılar arasında en son yaratılan ve bu yaratımla kendi egosunda kavrulan insanoğlunu ülkemizde de can evinden vurdu.

Umudum gençlikte…

Öykünün İzleğinde

Çocukluğun Dehlizlerinde

Bildiğiniz gibi Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü 30 yaş altındaki genç yazarlara veriliyor. Her yıl sessiz sakin verilen bu ödülün kazananlarını takip etmekten keyif alıyorum. Burada tanıştığım bazı öykücülerin yeni kitaplarını görmek de keyifli oluyor, hele de o yazarlar ilk kitaplarıyla bende güzel bir duygu bırakmışlarsa…

2021 yılının Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü Elif Nur Aybaş’a verildi. Aybaş 1994 Kocaeli doğumlu. 2019 yılında Boğaziçi Üniversitesi’nden mezun oldu ve hâlâ aynı üniversitede yüksek lisansına devam ediyor. Aynı zamanda Türk-Alman Üniversitesi’nde çalışıyor.

Elif Nur Aybaş’ın kitabının adı Çocukluk Ormanına Altı Olta… Evet, bu kitapta okuru çocukluğa, çocukluğun ormanına götüren altı öykü bulunuyor.

Aybaş, öykülerinde sakin bir atmosfer seçiyor. Ancak o sakin atmosfer çarpıcı durumlarla sarsılıyor. Güçlü gözlemleri var. Olayları anlatırken ev sıcaklığını duyumsattığı kadar kavgaları, kavgaların altında ezilen çocukları, kız çocuk olmayı, erkek çocuk olmayı, erken büyümeyi, kayıpları, beklentileri anlatıyor. Evin içinin, toplumun en küçük parçası kabul edilen ailenin toplumun bir yansıması olduğunu hissettiriyor. Büyüme hikâyelerini imgeler aracılığıyla derinleştiriyor. Sıradanlığın içinde gizlenen sert hikâyeleri aktarıyor. Böylece öyküler bittiği yerlerde yeniden başlıyor…

“Bir çocuğun büyüme serüveninden daha çok haz veren ne olabilir? Bütün alışkanlıkların, duyguların, keyiflerin en derinine kadar inmekten, incecik soyup bir cevheri çekirdeğine kadar katetmekten, bir hikâyenin incelikle döşenmiş yollarında bütün taşları keşfetmekten… Şimdi hayatlarını en mahrem dürtülerine, anlarına kadar didiklediğim bu insanların beni affetmelerini ummaktan başka çarem yok. Hafıza bir oyuncu yılan. Hilekâr bir meddah. Diri diri insanları alıp sonsuz bir ormana hapsediyor. Hafıza böyle hileli bir makine. Şimdi bu ormana dalmakla bir ihanete girişmişim gibi… Beni affedin çocuklar! Affetmenizi ummaktan başka çarem yok.”

***

14 Şubat Dünya Öykü Günü yaklaşırken kendinize bir öykü kitabı hediye etmeyi unutmayın.

KELİMELERİN İZİNDE

mütehassis

s. Ar. esk.

duygulanmış.

(birini) mütehassis etmek

duygulanmasına yol açmak, duygulandırmak.

mütehassis olmak

duygulanmak.

SATIRLARIN İZİNDE

“Sürekli düşünüyorum da, gelecek yoksa geçmişin de bir anlamı yokmuş gibi. Odisseus’un seyahatini düşünüyorum, o da öyleydi. Odisseus kendi topraklarına dönerken nilüfer çekirdeği yiyen insanların adasına uğrar. Oradaki insanların nazikçe ikram ettiği nilüfer çekirdeğini yedikten sonra memleketine dönmesi gerektiğini unutur. Sadece bu da değil, adamları da unuturlar. Neyi? Amaçları olan “eve dönüş”ü. Memleket geçmişe aittir ama oraya dönüş planı geleceğe. … Ama Odisseus sonuna kadar unutkanlıkla savaşarak geri dönüşünü planlar. … Şu an, geçmişle geleceği bağlayan bir temas noktası sadece, ama şu anın kendisi tek başına hiçbir şey değil. … Öyleyese benim Cute Bak’ı öldürme planım da bir çeşit eve dönüş olacak. Ayrıldığım o dünyaya, seri cinayetlerin çağına geri dönerek belki de böylelikle geçmişteki ben’i geri getireceğim. Gelecek bu şekilde geçmişle bağlantılı.”

Bir Katilin Güncesi, Kim Young-ha (Timaş Yayınları, 2021)

YAZARIN İZİNDE

Kim Young-ha

11 Kasım 1968’de Güney Kore’de dünyaya geldi.

Kore’nin önde gelen üniversitelerinden Yonsei Üniversitesi’nde işletme eğitimi aldı.

1995’te Review dergisinde “Ayna Hakkındaki Düşünceler” ile yazarlık hayatına başladı.

Kore Ulusal Sanat Üniversitesi’nde drama alanında dersler verdi.

KBS Radio’da bir kültür-sanat programı hazırlayıp sundu.

2008’de kendisini tamamen yazarlığa adamak için yaptığı tüm işleri bıraktı.

Yirmiden fazla eseri birçok dile çevrildi.

İlk romanı Kendimi Yıkmaya Hakkım Var Fransızcaya çevrildikten sonra yazar Kore dışında da tanınmaya başlandı.

Romanları arasında Bir Katilin Güncesi, Kara Çiçek, Kendimi Yıkmaya Hakkım Var, Bilgi Yarışması, Işık İmparatorluğu, Yalnızca İki Kişi, Abim Geri Döndü, Asansördeki Adama Ne Oldu gibi eserleri bulunmaktadır.

Kim Young-ha Kendimi Yıkmaya Hakkım Var romanıyla 1996’da Munhak Dongne Ödülü’nü kazanmıştır. Sonraki eserleriyle 1999’da Modern Edebiyat Ödülü, 2004’te Dong-in, Hwangsunwon, Isang edebiyat ödüllerine layık görülmüştür.

Yayımladığı romanları ve öykü kitaplarıyla Kore’nin en yetenekli postmodern yazarları arasında yer alır.

(Kaynak: https://timas.com.tr)

KİTAPLARIN İZİNDE

Cadının Yüreği – Genevieve Gornichec (İthaki Yayınları, Ocak 2022, Roman)

Derler ki, yaşlı bir cadı yaşarmış doğuda…

Bu cadı güneş ve ayı kovalayan kurtlar getirmiş dünyaya. Derler ki, Asgard’a gitmiş ve üç kez ateşe verilmiş, üç kez yeniden doğmuş kaçmadan önce. Eşsizmiş büyüsü, kâbusuymuş tanrılar tanrısı Odin’in bile. Yaralı dudakları ve sivri dili olan bir adamı sevmiş, Loki derlermiş adına. Doğurduğu çocuklar tanrıların alacakaranlığını, Ragnarök’ü getirmiş. Kendisi direnmiş Ragnarök’ün alevlerine sonuna kadar, kalbi dışında her şey bir kez daha küle dönene kadar. Ancak kimisi onun hâlâ yaşadığını söyler.

Yazar romanında, İskandinav mitolojisinin göz ardı edilen ancak kıyametin gelmesinde doğrudan rol oynayan buz devi cadı Angrboda’nın hikâyesini anlatıyor.

Gecelerin Kitabı – Sylvie Germain (Sel Yayıncılık, Ocak 2022, Roman)

Yazar bu romanda, büyü ile gerçeğin, puslu bir geceyle günlük güneşlik bir tarlanın, tatlı hayallerle kopkoyu kâbusların kesiştiği yerde, kanla, ruhla ve sol gözlerindeki altın rengi ışıltıyla birbirine bağlanmış Péniel ailesinin hüzünlü ve efsunlu hikâyesini anlatmaya koyuluyor. Onulmaz denen yaralar iyileşmeye, toprak yeşermeye ve nehirler yatışmaya niyetliyken savaş, boğucu dumanı, dikenli telleri ve toplama kamplarıyla yollara pusu kuruyor.

Karanlık sularda ağır ağır yol alanları, geceyi, yıldızları, alacakaranlığı huşu içinde izleyenleri ve günün ilk ışıklarıyla karaya ayak basmayı umut edenleri büyülü gerçekçiliğin kollarına usulca bırakan bir kurmaca...

Radikal İrade Üslupları – Susan Sontag (Everest Yayınları, Aralık 2021, Deneme)

Radikal İrade Üslupları, Susan Sontag’ın sanat, edebiyat, tiyatro ve sinemadan Vietnam Savaşı’na kadar birçok konuda kaleme aldığı denemeleri içeriyor.

Sontag kitabın ilk iki bölümünde sanatta sessizlik, edebiyatta pornografi, Cioran’ın felsefesi ve yazını, tiyatronun gelişimi ve sesli sinemanın doğuşu, Bergman, Godard ve Bresson’un sinemasına dair zihin açıcı yorumlarda bulunuyor. Üçüncü ve son bölümdeki en hacimli denemesinde ise davet üzerine iki hafta zaman geçirdiği Vietnam’daki deneyimlerini aktarıyor.

Radikal İrade Üslupları, hem radikal tavrıyla Sontag’ın sadık okurları hem de yazarla ilk defa tanışacaklar için birçok kez dönüp okunacak bir kitap.

Tabu – Bir Enstalasyon Sanatçısının Tuhaf Öyküsü – Ferdinand von Schirach (Alfa Yayınları, Kasım 2021, Roman)

Tabu Ferdinand von Schirach’ın ikinci romanı.

Küçük yaşta, babasının intiharının ardından Sebastian von Eschburg tüm desteğini kaybeder ve kendini sanatla kurtarmaya çalışır. Fotoğraf enstalasyonlarıyla ünlenen Eschburg için sanat, dünyayla ilgili deneyimlerini, izlenimlerini işleyebildiği ve böylece gerçeklikten kaçmasını sağlayan bir sığınaktır. Sanat, dünyada var olmanın tek yoludur; insanlarla ve toplumsal tabularla uğraşmayı zor bulduğundan, yabancılarla iletişim kurmanın tek aracıdır.

Eschburg, genç bir kadını öldürmekle suçlandığında, eskiden ünlü bir avukat olan Konrad Biegler savunmayı üstlenir ve onunla birlikte kendisini de kurtarmak için yola çıkar.

Editör: Haber Merkezi