Söyleşi: Selda Kartal

Orçun Masatçı’nın öykülerini topladığı Kim Lan Bu Radyodaki? adlı son kitabı Biz Kitap etiketiyle geçtiğimiz haftalarda yayımlandı. Bu vesileyle kendisiyle öykülerini, son dönemde rol aldığı filmi, biraz da gündemi konuştuk.

Kim Lan Bu Radyodaki? kitabınızın hazırlanış hikâyesinden biraz bahseder misiniz?

Bilmiyorum ki. Kim bilir nasıl hazırlandı demek isterdim aslında. Ama oldukça kısa bir süre içerisinde hazırlamak durumunda kaldım. İzmir Uluslararası Gençlik, Sanat ve Tiyatro Derneği’nden genç oyuncular Stockholm’de bir dizi çalışmaya katılacaktı. Onlar hazır oradayken, ben de kitabı Avrupa okuruna sunmak için bir fırsat yakaladım ve hızlıca yeni öyküleri kaleme aldım. Tabii, acele işe şeytan karışmadan olmaz! gerçi Şeytana suç atmamak lazım, geri alıyorum. Bütün suç benim. Hızlıca yazdığım için redaksiyonun tüm yükünü canım arkadaşım Nil’e hiç beklemediği bir anda onca işinin arasında yükledim. İkimizin de yorgunluğu yıllar sonra anlatacağımız bir küçük başarısızlık hikâyesi gibi duruyor. Umarım bu anlatım bozukluğuna vardırdığım hataları okur hoş görür. 2. baskıda canla başla en ince ayrıntısına kadar çalışacağız.


SAYFANIN TAMAMINA ULAŞMAK İÇİN TIKLAYINIZ


DEVLET AYGITININ GÜLMECESİ

Kitabınızda 25 öykü var, kitap ismine öykülerinizden Kim Lan Bu Radyodaki öykünüzün adını vermenizin bir sebebi var mı?

Var. Çünkü biz hep “Kim bu?” idik. Bu soruya vereceğim cevabı bir dahaki kitapta belki de bir öykü olarak yazarım. Kitapta güleceğiniz birçok şey o an yaşarken aslında oldukça trajikti. İnsanlık haklarına dair en temel şeylere bile dikkat etmekte zorlanan devlet aygıtının gülmecesi biraz da sebebi.

Öykülerinizin tamamı kurgu mu yoksa yaşanmışlıklardan mı esinlenildi?

Yaşanmışlıkları kurguya, kurguyu yaşanmışlıklara bulamaya çalıştım. Tamamen yaşanmış öyküler de var.

Öykülerinizi yazarken esinlendiğiniz olay ve kişiler var mı?

Turkuaz medyanın haberciliği! Alayının yani. Yeni Asır’la biliyorsunuzdur enteresan bir ilişkimiz var. Bana takıntılılar. Sanıyorum bağımlılık yaptım. Eski genel yayın yönetmeni ile yeni genel yayın yönetmeni mesela “En çok ben haber yaptım”, “İlk ben haber yaptım” diye köşelerinden imalı tartışmışlardı en son. Çok ciddiye aldıkları haberlere çok gülüyorum. Sonra birçok güldüğüm kişi daha var, ama adını söylersem yeni davalarım olabilir.

METİN YEĞİN’İN USTALIK FİLMİ

Kitabınızın yanı sıra ses getiren Grev adlı filmde oynadınız. Filmden biraz bahseder misiniz? Film ve kitap aynı sürece denk geldi, bu süreçte yaşadıklarınızı kısaca paylaşır mısınız?

Grev Metin Yeğin’in ustalık filmi diyebilirim. Beklediğimden çok daha iyi ve etkili bir film oldu. Seyrederken çok duygulandığımı ifade etmeliyim. Dilerim izleyicisi çok olur. Benim ise bu süreçte yaşadığım kişisel şeyler de olmadı değil. Yıllar öncesinden söyledikleri zırvalara kapılan ve başarılarımı gölgelemek isteyen insanların yeniden sahneye çıktığını gördüm. Fikre tahammülü olmayanların elindeki en büyük silah kaybettiklerini hiçe sayıp karşısındakini itibarsızlaştırmaya oynamasıdır. Eskiden çok takıyordum olumsuz şeylere ama şimdi benim için sadece komik, öyküsü yazılacak bir kaynak. Yazacağım da. Diğer taraftan kitabıma çok ilgi gösteren insanlara, filmi ben oynadığım için izleme listesine alarak salonu dolduran dostlara teşekkürler. Elbette film “ben”den çok daha fazlası.

Kitabınızı “Tahir Samanlı’ya ve güneşin çocuklarına” armağan etmişsiniz, Tahir Samanlı ve Suruç katliamında yitirdiklerimiz için neler söylemek istersiniz?

Tahir Samanlı benim için asla yeri dolmayacak muhteşem bir insandı. Onu kaybetmiş olmaya inanamıyorum. Sanki hâlâ uzakta bir yerde, telefon edecek gibi geliyor bana. Herkesin böyle acıları vardır. Ve ben de dayımı, babamı çok seven bir çocuk olarak onları bazen kahkahalarımda bazen gözyaşlarımda anmaya devam edeceğim. Güneşin çocuklarına gelince… Suruç katliamı bu ülke tarihinde yaşanmış dönüm noktalarından biridir. Üzerine gidilmemesi anlaşılmaz. Mahkemenin hâlâ bir karara varamaması bir yana, ona kentlerin çok daha fazla sahip çıkması gerektiğini düşünüyorum. Bir grup genç o dönemler yaz kamplarındaki buluşmalarını, yıkılan bir ülkenin çocuklarını mutlu etmeye, darmadağın bir kenti yeniden inşa etmek için buluşmaya ayırdı. Onların bu inancını ve politik tavrını örnek almak gerekirken haklarında ısrarla yürütülen karalama kampanyası akıl alır gibi değil gerçekten. Bu vesile ile dönemin başbakanı sayın Ahmet Davutoğlu’na ve dönemin siyasi atmosferine hâkim olan Sedat Peker’e açık çağrıda bulunuyorum. Bildiklerinizi anlatın! Özellikle İzmir’in onları anan bir park, bir meydan, bir anıt, bir heykel muhakkak bir şeye ev sahipliği yapacağını düşünüyorum.

“SANATIN BAŞKENTİNDE YAŞAYABİLİRİZ”

Son olarak Amirim Pankartı Kapatıyor öykünüzün sonunda kurduğunuz bir cümle var: “O veda en güzeli olacak, vedaların.” Gerçek yaşamınızda da bu düzenin değişeceğine inanıyor musunuz?

İnanıyorum. Dünyayı değiştireceğiz. Son nefesime kadar da aynı şeyi söylemeyi düşünüyorum. Bugün dünyayı daha güzel hale getirecek şeyin sosyalizm olduğunu düşünüyorum ama değişen çağ ve çağın düşünürleri onu aşacak bir fikre ulaşırsa onu da savunurum. Eşit, adil ve özgür bir dünyada mutlu olabilir insan ancak. Büyük yalnızlığımızı kurşuna dizecek yegâne şey yıkılan ön yargılarımız ve birbirimizi anlama çabamız olacaktır.

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Birçok şey var! Ama sadece şunu söyleyebilirim. İzmir tüm ülkeye örnek olabilecek işlere imza atıyor. Sayın Tunç Soyer’in fikirleri bu anlamda çok değerli, bunların gerçekleşmesi bize bağlı. Sanatın başkentinde yaşayabiliriz, bunun için atmosfer yeterli ve altyapı hizmeti her geçen gün artmakta. O zaman şimdi İzmir’de yaşayan sanatçıya düşen en önemli şey üretmektir. Üretelim, üretimlerimizin karşılığı değişime katkı koyacaktır. En azından bunu tartıştıracaktır.


Zaman Bir Anlar Toplamı

Behçet Çelik’in ilk baskısını 2012 yılında yapan Soluk Bir An adlı romanı 2019 yılında İletişim Yayınları tarafından yeniden yayımlandı.

Soluk Bir An tüm karmaşası ve gelgitleriyle bir erkeğin iç dünyasını anlatıyor. Olayları tamamen kahramanının bakış açısıyla hatta neredeyse tamamen onun zihninin içinden okuruna aktaran bir roman elimizdeki.

Hikâyenin baş kahramanı Taner, Yasemin ile evli, on altı yaşında bir erkek çocukları var. Ancak evlilikleri seneler sonunda durağanlaşıp rutine binmiş, Taner bu süreç içinde belli değişimler geçirmiş. Her ilişkide olduğu gibi Yasemin’le ilişkisi ve Yasemin de bu değişimlerden etkilenmiş. İlişkileri bitmemiş ama alışkanlığın ötesine de geçememiş. Yasemin hayatını, kocasından boşanan eski arkadaşı Esra ile renklendirmeyi seçmiş. Bu kadın kadına bir dayanışma gibi; bir yandan bir kabulü içerirken bir yandan akışı renklendiren, yaşama izin veren bir dostluk.

BELLEĞİN SAKLADIĞI AN’LAR

İlk etapta romana adını verdiğini düşündüğümüz “an”, Taner bir gecenin sonunda Esra’yı eve bırakırken vuku bulur. Bu öyle bir andır ki kitap boyunca Taner’in akıl ve duygularının çatışmasına sebep olacak kıvılcımı çakar. Durmaya ve durağanlığa alışmış, artık evden çıkmak için iş ve gereklilikler hariç neredeyse hiç neden bulamayan kahramanımız bu karmaşanın içinde dalgalanır. Ancak anlar bununla bitmez. Kitap bittiğinde Taner’in zihninde ne çok ânın ve anının olduğuna, hatta en solukların bile eskilerden gelip nasıl bugünü etkilediğine şahit oluruz. Bellek sakladığı anlarla benliği şekillendirir.

Behçet Çelik roman boyunca Taner’in zihnini okura aktarırken yeri gelir Taner olur, yeri gelir Taner’le konuşur, yeri gelir anlatıcı kimliğine bürünür. Bunları yumuşacık geçişlerle yapar ki okur zihnin dalgalarında rahatlıkla gezinebilir, bir bilincin akışına kolaylıkla şahitlik edebilir.

Romanda Taner kendini sıkıcı biri olarak tanımlıyor. Oysa okudukça Taner’in hareket edemediğini, bir sıkışmışlığı yaşadığını görüyoruz. Bu üzerinde bir atalet varmış gibi hissetmemize neden oluyor. Bunun nedeni ve ondan nasıl çıkacağı ise zihnin dalgalarında hem anladığımız hem sorgulamaya başladığımız meseleye dönüşüyor.

HAYATI BELİRLEYEN SEÇİMLER

Zaman bu romanın önemli kavramlarından. Çünkü burada söz konusu olan bir hayat. Zaman geçiyor, zaman durdurulamıyor, zapt edilemiyor, ona hükmedilemiyor. İnsanın en büyük tutkusu ölümsüzlüğe varmak iken zaman geçmişte kaldıkça, geleceğini hesaplatmadıkça ölümsüzlüğün olmadığını hatırlatıyor adeta insana. Hatıralar ortaya dökülüyor, yapılanlar ve yapılamayanlar terazilerde tartılıyor, kaçırılanlar ve pişmanlıklar başka bir hayatın var olabileceğiyle ilgili umut ve umutsuzluklar birbirine karışıyor. Hatta Taner tüm zamanların dirilmesini istiyor ölümsüzlüğe ulaşabilmek için. Hepsinin aynı zamanda yaşanmasını. Oysa hayatı bazı anlar ve bazı seçimler belirliyor.

Bu seçim birçok insanda olduğu gibi Taner’in hayatında da çoğunluğun gittiği yoldan yana olmuş. Yapılmış ve denenmiş olanı yapmak konfor alanı geniş, onaylanan ve yargılanmayan bir durum ne de olsa. Ancak seçimler, yaşantılar ve deneyimler insanın hakikati ve duygularıyla bütünleşmediği, duyguların özgürce ifadesine izin verilmediği -hatta çok zaman onların farkında bile olunmadığı- noktada kişinin kendisiyle arasında büyük boşluk meydana getiriyor. Bu boşluk zamanla büyüyor, doldurulamıyor, asıl duyguya erişilemediğinden doldurulmaya çalışıldıkça hakikatinden uzaklaşan bir kişiliğe evriliyor, ama hep yerinde kalıyor.

Taner içindeki boşluğu evliliğinde değil, daha çok küçük yaşlarda babasıyla ilişkisinde büyütmeye başlamış. Onay ve takdir görememe, sevgiyi arama, duygularını ifade edememe ve sevildiğini hissedememenin acısını yaşayamadan hissizleşmeyi seçmiş yaşantısında. Otorite ile kanıksadığı düzen, hep ileriye konan hedefler Taner’i günün ve ânın kendisinden uzaklaştırdığı gibi zamanı da efendisi haline getirmiş. Düzenin peşinde, kabul edilmiş kurallarla, ona ne yapacağını söyleyen insanlarla -babasından karısına öğretmenlerle- yanlışa veya hayale alan bırakmamış, duygularını yaşamaya izin vermemiş. Hayatının sorumluluğunu almış gibi görünse de aslında hep başkalarına devretmiş onu. Susmayı ve kaçmayı tercih etmiş, paylaşmamış, dolayısıyla dönüşmemiş.

HİSSETMEYE ÇAĞRI

Boşluk ve hissizlik ise kitabın başındaki o anla birlikte bir kımıltıya dönüşüyor Taner’in içinde. Bu, bu romanda aşk oluyor ama alkol, hız, aldatma veya cinsellik gibi pek çok şey bu hissizliği hislendirmenin bir yolu olarak çıkıyor karşımıza.

Baudelaire’den bir alıntıyla başlıyor kitap. Paris Sıkıntısı’nın meşhur “…sarhoş olun” çağrısı bu, “Şarapla, şiirle ya da erdemle, nasıl isterseniz.” Hissetmeye bir çağrı. Duyguya, canlılığa ulaşmak sarhoş olmak gibi ve ancak sarhoşlukla çıkıyor duygular ortaya.

“İnsan ömrünü kendine bir benlik, kişilik oluşturmakla geçiriyor, sonra gün geliyor önündeki en büyük engelin bunlar olduğunu fark ediyor” diyor anlatıcı. Bu, zamanında fark edilmemiş büyük bir acı. Ya fark ettiğin yerde sarılacaksın bu acıya ya da kendine uzak bir yabancılığı seçeceksin hayatında.

Neredeyse başladığı gibi bitiyor kitap. Tüm duygular ayaklanmış, ortalık karışmışken yine bir anla. Hem de tüm duyguların arasından çocukluğa, belki de Taner’in hakikatine, saflığına dokunan bir anla. Zamanında diyemediği hayır’ların acısına.

Ve hayat bu anlardan ibaret bana kalırsa. Bazen soluk bazen çok net. Zamanın hükmünden çıkıp anların ahenginde bir akışta, akışla yaşamanın mümkün olup olmayacağını soruyor Behçet Çelik Soluk Bir An’da. Lezzetli bir okuma deneyimi arayanlara.


KELİMELERİN İZİNDE

yeğin

s.

1 aşırı, güçlü, hızlı, zorlu, şiddetli.

2 mec. baskın, üstün.

3 çok bol, bereketli.


SATIRLARIN İZİNDE

Odalar birbirinden öyle farklıdır ki; sakin olabilirler ya da gürültülü; denize bakarlar ya da tam tersi, bir hapishanenin avlusuna; yıkanmış çamaşırlar asılı olabilir; ya da opal kumaşlar ve ipekler canlandırır içlerini; at kılı kadar sert ya da tüy gibi yumuşaktırlar – kadınlığın bu aşırı karmaşık gücünün insanın suratına çarpması için herhangi bir sokaktaki herhangi bir odaya girmek yeterlidir. Zaten başka türlü olabilir mi? Çünkü kadınlar milyonlarca yıldır evlerinin içinde oturdular, artık onların yaratıcılıkları o evlerin duvarlarını delmiştir, bu güç tuğlaların ve harcın kapasitesini öyle zorlamıştır ki, artık kalemlere ve fırçalara, iş hayatına ve politikaya yönelmek ihtiyacındadır. Ancak kadınların yaratıcılığı erkeklerinkinden çok farklıdır. Asırlar süren çok katı bir disiplin sonunda kazanılmıştır, yerini de hiçbir şey alamaz, bu yüzden eğer engellenirse ya da ziyan edilirse çok yazık olur, diye düşünürüz. Kadınlar erkekler gibi yazsalardı ya da erkekler gibi yaşasalardı, onlar gibi görünselerdi çok yazık olurdu, dünyanın ne kadar geniş ve çeşitli olduğunu düşünürsek, iki cins bile pek yetersiz kaldığına göre sadece tek bir cinste nasıl idare edebilirdik? Eğitim, benzerlikleri değil de farklılıkları meydana çıkarıp güçlendirmemeli mi?

Virginia Woolf – Kendine Ait Bir Oda (Çev. İlknur Özdemir, Kırmızı Kedi Yayınevi)


YAZARIN İZİNDE

Arundhati Roy

  • 1959’da Hindistan’ın güney eyaletlerinden Kerala’da doğdu.
  • Annesi Süryani, babası Bengalli bir Hinduydu.
  • Annesi Mary Roy’un kurduğu özel bir okulda, resmî okullardaki baskılardan uzakta bir eğitim gördü.
  • 1992’de yazmaya başladığı Küçük Şeylerin Tanrısı adlı romanını 1996’da tamamladı; bu yapıtıyla 1997 Man Booker Ödülü’ne değer görüldü.
  • Hindistan’daki nükleer denemelere tepkilerini The End of Imagination (Hayal Gücünün Sonu) adlı kitabında; hidroelektrik santrali projelerine karşı görüşlerini de The Cost of Living (Yaşamanın Bedeli) adlı yapıtında dile getirdi.
  • Küreselleşme ve savaş karşıtı eylemlere önderlik eden, 2004’te Sydney Barış Ödülü’ne değer görülen Roy, 2005 Haziran’ında İstanbul’da toplanan Irak Dünya Mahkemesi’nde Vicdan Jürisi başkanlığını üstlendi.

(Kaynak: https://canyayinlari.com)


KİTAPLARIN İZİNDE

 Kara Kaplı – Semra Bülgin (Sel Yayınları, Ekim 2021, Öykü)

 Semra Bülgin, istihzadan kaçınan kalemiyle okuru kapı duvar gerçeklerin, kapanmamış hesapların, bastırılmış arzuların ve utkuların gizlendiği sırrı dökük aynalarda kendini görmeye davet ediyor.

 Kaçak oynadıkça kabul görme, ilendikçe kazanma, kaybettikçe hırçınlaşmaya meyleden karakterlerin ayakta ve hayatta kalma çabasının yüksek perdeden sesleri kadar, kırılgan iç çekişleri de doluyor kulaklara.

 Kara Kaplı: Ânın değil başka bir hayatın izlerini taşıyan bedenlerdeki yara berelerin haritası.

 Çatlaklar – Göktuğ Canbaba (Doğan Kitap, Ekim 2021, Öykü)

 Camlı vitrinin karşısına geçip elleri belinde içerideki biblolara, kahve fincanlarına, üzeri desenli tabaklara baktı. Kapakları açıp alt raflardaki minik geyik biblosunu cebine attı. İçtiği kahve fincanını dolaptakilerden biriyle   değiştirip aldığını ceketinin sağ cebine yerleştirdi. Acele etmeden, sakince kapakları kapatıp askılığa yöneldi ve şeffaf şemsiyeyi kemerine takıp aynadaki aksine gülümsedi. “Bunlar da yaşadıklarını sanıyorlar” dedi.

 Odalar, apartman boşluğu, asansör, otopark, kazan dairesi… Apartmanın her köşesini sinsice mesken tutan tekinsiz öyküler... Göktuğ Canbaba’dan mekânların ve zihinlerin çatlaklarında tuhaf ve keyifli bir yolculuk…

Öykü Yazmanın Sırları – Orhan Duru (YKY, Ekim 2021, Deneme)

Öykü Yazmanın Sırları’nda öyküyü öykü yapan öğeleri; modern öykünün özelliklerini ve inceliklerini; anlatı geleneğimizin ana hatlarını ve gelişimini; günümüz öyküsünün niteliklerini anlatıyor Orhan Duru. 1950 Kuşağı’nın öykümüze kattıkları, amaçları, arayışları ve etkilenmeleri çerçevesinde kendi anlayışlarının, yöntemlerinin altını çiziyor.

Türkçede adını koyduğu “bilimkurgu”nun dünyadaki gelişimini, önemini ve bizdeki izdüşümlerini gösteriyor.

Öykü Yazmanın Sırları, okurlar kadar yazarların da severek okuyup yararlanacağı, Duru’nun kara mizah, fantezi ve düşsellik dolu ele avuca sığmaz yazarlığının sırlarını cömertçe ortaya koyan bir kitap.,

İşim Gücüm Yaşamak – Füsun Özgüven Yüceer (Edisyon Kitap, Temmuz 2021, Sağlık)

“Füsun Yüceer deyince her zaman gözümün önüne onun bazen çok mahzun, bazen de hayat dolu bakışları gelir. Gençti, hayata tutkundu, yaşadığı, iyi kötü her şeyin hakkını vererek yaşardı. Böyle olunca da bazen deli gibi üzülür, bazen de mutluluktan içi içine sığmazdı.

O anlatır, ben dinlerdim. Boş hayal kurmazdı. İşte o hayallerinden biri de bir gün kendi penceresinden gördüğü, arada bir canını çok yakan, arada bir onu göklere çıkaran hayatı yazabilmekti. Şimdi artık Füsun yok ama hayalleri yaşıyor. Artık onun rengârenk hayatından parçaların yer aldığı, umutlarını, hayallerini, yaşadıklarını, hissettiklerini içine sakladığı harika bir kitabı var.” – Dr. Gülseren Budayıcıoğlu

Editör: Haber Merkezi