Hayatta herkesin kaçtığı, görmek ve yüzleşmek istemediği şeyler vardır. Bazıları bizi utandırır, bazıları kızdırır ve en çok korkulanı da bazıları bizi düşündürür. İnsanların ‘iğrenç’ dedikleri, ‘kötü’ dedikleri, ‘olmaz’, ‘yakışmaz’ dedikleri birçok şey bazen hayatın en acımasız gerçeği olabilir. Ege Telgraf'tan Yağmur Gülü'nün yaptığı röportajda, sinema sektörüne atılma süreci ve projelerinden bahseden Murat Emek Özkan, bir durum öyküsü olan film hakkında ise, “Anlam ve benlik yok. Kırmızı İD demek, mavi Süper Ego… Arada yeşiller var, toksit yani zehir. İşte, Farmakon bu” diyor.

Seni biraz tanıyabilir miyiz?

1987 yılında doğmuş, doğduğundan beri sürekli bir arayış içerisinde olan biri olarak kendimi tanıtabilirim. Bu arayıştan dolayı hepsi birbirinden farklı dört üniversite değiştirdim. Otobiyografik anlatım çok hoşuma gitmiyor. Kendini anlatma çabasında olan biriyim. Babam elime 14 yaşında bir kitap verdi. O günden itibaren arayış içine girdim. Küçük Prens, Martı, Kara Balık gibi kitaplarla başladım hayata. Şimdi 30 yaşındayım ve hala bir arayış içindeyim. Sinema da bunun bir çıkışı oldu.

Üniversitede okuduğun bölümler hep iletişim ve sanat üzerine miydi?

Hayır, hep birbirinden farklı bölümlerde okudum. Aslında bu biraz da komik… Beden Eğitimi, Kamu Yönetimi, Enerji Mühendisliği en sonunda da Gazetecilik bölümünü okudum. Bunun ardından da tercihim sinema yapmak oldu. Okul meselesi benim için biraz da aileyi tatmin etmekle alakalıydı. “Önce ailemizin istediğini yapalım da, sonra kendi istediğimizi yaparız” diye düşündüm; sanki hiç ölmeyecekmişiz gibi… Ben de önce bu düşüncede hareket edip sonra hayatın aslında çok kısa olduğuna karar verdim ve kendi istediğim alana yöneldim. Benim bir şeyler anlatmam lazım. Kafamda biriken şeylerin bir yere çıkması lazım. E, nasıl çıkacak? Herkes anasının karnından sanatla doğmuyor. Bu arayış esnasında sanatı keşfettim ve her gün yeni bir şeyler öğrenerek bu yolda ilerliyorum.

Gazetecilik bölümünü okudun, bilirsin ki hepimiz aslında vizörden bakıyoruz hayata ama sen tabi biraz daha sanatsal bakıyorsun…

Evet, ben de bir vizörden bakıyorum hayata. Bir kare var; Açık kompozisyon mu yoksa kapalı kompozisyon mu? Bunu kişi belirler. Hayatı sadece bir karenin içine sığdırmayalım. Çünkü duyguların yok edilmeye çalışıldığı bir hayattayız. İnsanın robotlaşabilmesi yani yabancılaşabilmesi için önce duygularının yok edilmesi gerekir. Şöyle örnek vereyim; Ben setlerde çalışırken en çok duyduğum laf, ‘Duygusal bakma’ oldu. Neden? Sanat dediğimiz olay; sinema sektörü dediğimiz, resim sektörü dediğimizde kavramlar artık tamamen sektörleştikten sonra duygusunu kaybetmeye başlıyor. Piyasa sanatçıya, ‘Senin duyguların, düşüncelerin önemli değil. Senin hayatta olup olmaman da önemli değil. Ben sadece senin işi benim istediğim gibi yapıp yapmadığınla ilgileniyorum’ diyor. O halde sanatçı nerede? Duygular nerede? Bu yabancılaşma da bir süre sonra beraberinde gaddarlıkları, yozlaşmışları ve anlamsızlıkları doğuruyor. Başımıza pek çok şey gelebiliyor. Bunun sebebi sadece para olamaz. Sebep, duygusal bağlarda yaşanan bozulmalar. Yapılan şeyle duygusal bağ kurmadan o işi yapabilir miyim? Sanatın beni cezbeden tarafı duygusuzluk olmadığı için ben de işin teknik kısmından çıkmak istedim.

Bugüne kadar sinema alanında nasıl çalışmalar yaptın?

2012’den beri sektörün içerisinde bazı film ve dizilerde yer aldım. Ya set işçisi olacaktım ya da bir şeyler anlatmaya çalışan bir adam… Ben, o ‘bir adam’ olmayı seçtim. Biraz paranın yozlaştırdığı yerden uzaklaşıp ‘Ne kadar direnebilirim?’ sorusunun cevabını görmek istedim. Şu an bir süreç içerisindeyim. Filmlerimi de onun için çekiyorum. Ben okulda film çekmesi yasaklanan tek iletişim fakültesi öğrencisiydim. Bu konu Uykusuz’da falan yer almıştı. Olaylara her zaman eleştirel yaklaşan insanlar gibi değilim. İşin duygu kısmına takılıyorum. Mesela, ilk çektiğim film ‘kürtaj’la alakalıydı. O zamanlar kürtaj meselesi çok konuşuluyordu. Ben işin teknik kısmını, kimin ne dediğini düşünmedim. ‘Neden yasaklanmalı?’ ya da ‘neden yasaklanmamalı?’ sorusuna cevap aramadım. Kürtaj olmak zorunda olan bir kadının yaşadığı duyguları ele almaya çalıştım. Çünkü o yaşıyor. Çünkü o hissediyor. Bir kadın neden kürtaj olmak zorunda kalır? Bu yüzden bu proje sessiz bir çalışmaydı; çünkü o duyguyu yaşayan bir insanın konuşamayacağını düşünüyordum. Bu kadar keskin çizgileri olan bir hayatta insan dünyasını anlatmak gerektiğini düşünüyorum.

Daha sonra ‘ceviz ağacı’ diye bir projem oldu. O, okul hayatında yaşanan olaylarla ilgiliydi. Okulda yaşanılanların, düşüncelerin dışarı yansıması gerekiyordu. O esnada herkes düşünmekten çok konuşuyordu. Ne olduğunu kimse bilmeden yorumlar yapıyordu. Ben de ‘ceviz ağacı’ projesinde bunu yansıtmak istedim. Okuldan sonra da birkaç projede yer aldım.

Şimdi yeni bir projeyle bizi tanıştırmaya hazırlanıyorsun; Farmakon…

Farmakon, Yunanca’dan gelen bir kelime. Hem zehir hem de ilaç demek. Farmakoloji de oradan geliyor; ilaç bilimi. İlaç dediğiniz şey sizi iyileştirdiği kadar yok da eder. Yan etkileri de vardır. Çare olarak gördüğün şey bir yandan vücudunda kötü izler de bırakır. Bugün Türkiye’de benim de içinde bulunduğum gençliğin yaşadığı şey bu. Bana ‘iyi’ denilen şeylerin hiçbirinde yan etkiler söylenmedi. O da bir tür zehirlenmekti. Bu okuduğun okulda aldığın bilgi zehirlenmesi de olabilir; işte yaşadığın ahlak ve kimlik zehirlenmesi de… Ailenden gelen muhafazakarlık biçiminde de olabilir; bilmeden, sorgulamadan ve anlamadan edindiğin Kemalizm felsefesinde de… Her ideolojinin yan etkisi var. Türkiye’de herkes o kadar iyiye dönüktür ki; kimse bir düşüncenin yan etkilerinden bahsetmez. Siz o gençlerin bir takım maddeler kullanmadığını farz ediyorsunuz ama yapıyorlar. Siz o gençlerin birlikte olmadıklarını sanıyorsunuz ama oluyorlar. Siz o gençlerin düşünemediğini farz ediyorsunuz ama düşünüyorlar… İnsanlar bu şekilde yaşıyor. Ben bu projede var olanın gerçekliğini göstermek istedim.

Peki, Farmakon bize daha neler anlatacak?

Bir aşk hikayesi var, bir de ayrılık hikayesi… Hayatımızda olan şeyler bunlar. Bu kadar nevrotik bir dünyada insanların aşka tutunmaktan başka çaresi de yok aslında. Yapılacak başka bir şey yok. Aşk da bana sorarsanız hastalıklı bir duygudur. Bir şeye yoğun bir şekilde maruz kalmak insanı hasta eder. İzlediğinizde de göreceksiniz, Farmakon’daki tüm karakterler deli dolu insanlar. Felsefi cümleler kullanabiliyor, içi dolu konular konuşabiliyorlar ama hareket nerede? Her şeyde insanlar ‘Ben en idealim’ dediği için onların hareket edebildiği bir yer kalmamış. Hareket edemezse de kişi kendini eve kapatır ve bir dünya kurar. Bu dünya içerisinde narsistleşir. İsterse Antik Yunan’ı ezberlesin, dünyanın en iyi filozofu olsun bu durum değişmez. Bu durumdan çıkış yolu arar ve bunun için de İD’ine tutunur. Bu da yemek yemedir, fiziksel dürtülere tutunmaktır vs… Ya da süper egoya tutunur insan. Bu da, toplumsal ahlaka karşı kendi ahlakını oluşturmadır. O ahlak mutlak ahlakmış gibi görülür. Benim filmim de İD ile süper ego arasında ilerliyor yani ego yok. Anlam ve benlik yok. Kırmızı İD demek, mavi Süper Ego… Arada yeşiller var, toksit yani zehir. İşte, Farmakon bu.

Filmi anne ve babana ithaf etmişsin…

Filmi ilk anneme izlettim. Annem, ‘Evet, haklısın çocuğum. Böyle gençler de var’ dedi. Evet anne, var. Annem görmek istemediği bir şeyle yüzleşti. Yıllardır görmezden geldiği bir şeyle oğlunun çektiği bir film sayesinde yüzleşti. Sinema, aslında bir yandan da gerçeklerle yüzleşme aletidir. Görülmeyen, görmezden gelinen bir dünyayla karşılaşıyorsunuz. Benim de yapmak istediğim bu. Hem perdede kendi kendime yüzleşmek hem de izleyiciye böyle bir şeyin var olmasının kötü olmadığını göstermek. Siz ona ‘Kötü’ dediğiniz için o kötü. Kişi ve durumları ötekileştirdiğiniz sürece onlar varlıklarını kutsallaştırır. Ötekileştirdiğiniz sürece bir yaşam biçimi oluşacak orada. O yaşam biçimi kendini nefretle var ediyor. Filmde olduğu gibi bir gün es kaza içinde bulundukları dünyadan çıkarlarsa, olaylar karışıyor. Farmakon’un yaptığı da bu, olaylarla yüzleşmek. Bunun için bir durum öyküsü.

Farmakon’u izleyenler sence ne söyleyecek/hissedecek?

Büyük ihtimal, ‘Ben bunu anlamadım’ diyecekler. Bambaşka şeyler de çıkarabilirler. ‘Burada bir aşk hikayesi var, ben bunu gördüm’ diyebilirler. Evet, ben de ‘Bravo çok güzel görmüşsün’ diyeceğim. Ya da ‘Sen neden bu insanları anlattın? Sana yakışıyor mu?’ da diyebilirler. Bilseler ki ne kadar yakışıyor… Sanat budur işte. Herkes eminim ki başka şeyler hissedecektir.

Proje’de kimler var?

Bu projede gerçekten çok keyifli insanlarla çalıştım. Oyuncularımızın hemen hemen hepsi Dokuz Eylül ve Bodrum Güzel Sanatlar Fakültesi’nden arkadaşlar. Başrolleri, Ulvi Kahyaoğlu, Beldem Şengül, Erdem Kahraman, Ceyda Büyüktaşkın, Yusuf Nebioğlu ve Ali Ceylan paylaşıyor. Yapımcımı da unutmayalım; Özgül Canişçi… Gerçekten bize müthiş bir destek verdi. Bunun dışında benimle birlikte bu proje için çalışıp emek veren her arkadaşıma da teşekkür etmeyi bir borç bilirim.

Peki, son olarak biz Farmakon’u ne zaman izleyebiliriz?

Farmakon bir kısa film. Tek gösterimi var. Çünkü biliyorsunuz ülkemizde kısa filmlerin gösterim şansı yok. Farmakon’u 10 Ekim Çarşamba günü İzmir Sanat Merkezi’nde izleyeceğiz. Gelsinler, izlesinler. Hep birlikte düşünelim, tartışalım. Biz, merak eden ve izlemek isteyen herkesi davet ediyoruz. Ayrıca kendisi benim filmimde yardımcı yönetmenlik yapmış olsa da aslında benim şefim olan Özenç Koparan’a çok teşekkür ederim…

Editör: Haber Merkezi