Seval Deniz Karahaliloğlu - Evin açılışıyla birlikte babam burada tekrar doğdu” deyince içim acıdı. Kızı Filiz Ali Edremit’te bundan 103 yıl önce Sabahattin Ali’nin bir süre yaşadığı evin ‘anı evine’ dönüştürülmesi açılışında konuşuyor. Üstelik 2 Nisan 1948 Sabahattin Ali’nin ölüm yıl dönümü. İkisi bir araya gelince, haber bültenlerinde kısa bir süre olsa da kendisine yer buluyor. Ekranda görüntüler akıp giderken Sabahattin Ali’ye yapılan haksızlıklar aklıma geliyor. Acımasız biçimde katledilmesi, bir mezarın bile ona çok görülmesi ve bütün bu kötülüklere inat ölümünün üzerinden 73 yıl geçmesine rağmen kitaplarının yok satıyor oluşu. “Kürk Mantolu Madonna” hala en çok satanlar listesinin en başında yer alıyor. Hayatın ironisi işte! Durum böyle olunca, Sabahattin Ali’yi onun üzerine geniş kapsamlı bir araştırma yapan yazar Engin Taş ile konuşuyoruz.

Sabahattin Ali’nin adını ilk defa ne zaman nasıl duydunuz? Nasıl tanıştınız?

Sanırım orta ikinci sınıftaydım, yani 1979 - 1980 falan. Türkiye’nin durumu malum, sol hareketler epeyce etkindi ve bizim orada (Muş’un Bulanık ilçesinde) bütün mitinglerde “Aldırma Gönül” söylenirdi. Hatta bir gün dersteyiz, kapıyı çalmadan lise üçte okuyan üç kişi sınıfa girdi. Hocamız Mehmet Ali Kanlıkaya’ya dediler ki: Hocam Zehra yoldaşımız katledilmiş, miting var, dersleri boykot ediyoruz, mitinge katılacağız. Tabii hepimiz ilçe meydanına gittik. Bulanık’ta o güne kadar öyle bir kalabalık görmemiştim. Cenaze omuzlarda, “Aldırma Gönül” ve sloganlar eşliğinde bütün ilçe dolaşılmış, sonra da Zehra Abla yakınlarına teslim edilerek memleketine uğurlanmıştı. İlk kez cenazede ve mitingde duymuş olmamızdan olacak, şarkı dilimize pelesenk olmuştu. Hatta bir hafta sonu ilçeden köye dönerken (Köyden ilçeye okumaya giden 30- 40 çocuktuk. Kimimiz akrabasının yanında kalıyordu, kimimiz ev kiralıyorduk ve cuma akşamı çoğunlukla yürüyerek köye dönüp pazar öğleden sonra yeniden ilçeye gidiyorduk) hep birlikte “Aldırma Gönül”ü söylemiştik. Ertesi sabah köyde “Solcular köyümüze gelmiş.” dedikodusu dolaşıyordu. Bu şarkıda bizi bu kadar etkileyen şeyi sonradan anladım: “Kişinin hem kendine hem çevresine hüzün ile örülmüş bir güçlü durma, sabretme, direnme telkin etmesiydi” İçinde yetiştiğim bölgenin değerlerine çok uygun düşüyordu. “Ağladığın duyulmasın” ifadesi mesela, “kan kusup kızılcık şerbeti içmek” gibi bir şeydi. Her şartta güçlü olmak, düşmanlara zayıf görünüp onları sevindirmemek, “Sabreden derviş, muradına ermiş.” gibi…

Sabahattin Ali’nin aldığınız ilk kitabını anımsıyor musunuz?

İlk aldığım kitabı “Kuyucaklı Yusuf” ama ilk okuduğum kitabı “Kürk Mantolu Madonna”. Bir gün Bulanık’taki öğrenci evimizde büyüklerimiz “Şu kitapları saklayın, ne olur ne olmaz.” dediler. Tabii bu arada gerçekten yasak olup olmadıklarını da bilmiyorduk ama solcu bir yazarın kitabını evde bulundurmak sorun yaşamaya yetiyordu. Ortalık sakinleştikten sonra kitapları sakladığımız yerden çıkardık. Yasak ilgi uyandırır ya. Sırayla okumaya başladım. Aziz Nesin’in “Gol Kralı”, Sabahattin Ali’nin “Kürk Mantolu Madonna”sı. Orta ikide okuduğum için elbette hiçbir şey anlamamıştım.

‘SOLCULUK, DİRENME, DEVRİM’

Sabahattin Ali deyince aklınıza hangi kelimeler geliyor?

Çocukluğumda “solculuk, direnme, devrim” kelimeleri geliyordu aklıma. Şimdi düşünüyorum da bunlar, o zamanlar bana dışarıdan yüklenmiş kavramlardı. Kendim o kelimeleri anlamış da bu hükme varmış değildim. Şimdi ise “naiflik, şefkat, arayış, bir başka yaşam mutlaka mümkündür, cinayet” ifadeleriyle birlikte çocukluğumda dışarıdan yüklenmiş dediğim kavramlar da geliyor çünkü Sabahattin Ali’de bunların hepsi var. İnsanı düşünsel ve duygusal anlamda bütün yönleriyle ele alan, onları kurgusal yapı içinde ete kemiğe büründüren, nefes alan canlılara dönüştüren ve özellikle romanlarında ideolojik kaygılardan uzak yazan biri Sabahattin Ali. Mesela Nazım Hikmet, “Kürk Mantolu Madonna” için Berlin öncesi ve Berlin sonrası biçiminde iki ayrı roman olabileceğini, Berlin öncesi kısmın, küçük burjuva ailesinin içyüzünün muhteşem tahlili biçiminde devam etmesi gerektiğini, böyle devam etmediği için yazık olduğunu; ikinci kısmının da ayrıca güzel bir hikâye olabileceğini söylüyor. Sabahattin Ali’nin böyle bir kaygısı yok. Düşünüyorum şimdi, Sabahattin Ali böyle bir kaygıyla yazsaydı, bayıldığımız “Kürk Mantolu Madonna” ortaya çıkar mıydı? Sanırım çıkmazdı.

Sabahattin Ali sizin için ne ifade ediyor?

Yarım ve eksik bırakılmış bir hayat; haksızlığa uğramış, mağdur edilmiş zarif bir insan; öncü bir edebiyatçı ve direngenliği telkin eden bir yürek.

Sabahattin Ali’nin en çok sevdiğiniz, sizde iz bırakan kitabı hangisidir?

“Kürk Mantolu Madonna!” “Tesadüf seni önüme çıkarmasaydı, gene aynı şekilde, fakat her şeyden habersiz, yaşayıp gidecektim. Sen bana dünyada başka bir hayatın da mevcut olduğunu, benim bir de ruhum bulunduğunu öğrettin.”diyor, Raif Efendi. Hem de üç kez (leitmotif) diyor bunu. Maria Puder’in de şu tümcesi ilginç: “Demek ki insanlar benden inanmak kabiliyetini almışlar”. Daha bunlara benzer birçok ifade var insan ruhuna dokunan ama alternatif bir hayatın da mümkün olduğunu düşündüren. Duyguya banmış bir zihinsel derinliği var bu kitabın baştan sona. Sabahattin Ali, birey olarak bana ve tabii ki birçok kişiye bir başka hayatın ve Türk edebiyatına da bir başka edebiyatın mümkün olduğunu söyleyen kişidir.

‘TAVRINI ORTAYA KOYMUŞTUR’

Sabahattin Ali’nin dünya görüşü nasıldı? Hayata bakışı ve felsefesi deyince neler söylenebilir?

Sabahattin Ali emekten, ezilenden, halktan yana olan, haksızlığa, sömürüye karşı duran bir dünya görüşünü benimser. Örneğin, “Biz istiyoruz ki, bu memlekette yapılan her iş, üç beş kişinin çıkarına değil, bu toprakları dolduran milyonların yararına olsun. Biz istiyoruz ki, bu topraklar ve onun üzerinde yaşayan insanlar, hiçbir yabancı devletin oyuncağı olmasın. Dünya işlerinde politikamız, şunun bunun kölesi gibi peşinden gidilerek değil, bu milletin selametini en iyi sağlatacak yolları müstakil olarak seçmek şeklinde kendini göstersin.”der.

Burada, “müstakil” sözcüğü çok önemli. Güdümlü bir hareketin, güdümlü bir edebiyat anlayışının mensubu olmamış. Edebiyatta “eski-yeni” tartışmasını gereksiz bularak, sanatta iyi - kötü ölçütünü koymuştur. Yeni kötü eserleri okumaktansa eski kaliteli eserlerin okunabileceğini söylemiştir. İlerici kesim yeniyi, muhafazakâr kesim eskiyi savunur ya, Sabahattin Ali, muhafazakarlıkla suçlanmayı umursamayarak tavrını ortaya koymuş ve “kalite” ölçütüne vurgu yapmıştır. Yani, Sabahattin Ali’nin dünya görüşü, halkı kucaklayan, sömürünün olmadığı bir yönetim biçimini içerir. Felsefesi, bakış açısı hem toplumsal hem bireysel anlamda bağımsızlıktan yanadır, eleştireldir. Eleştireldir ama hırpalayıcı, baskıcı, dayatmacı değil; kucaklayandır, bireyi önemseyendir.

Sabahattin Ali’nin yazın dili, hikayesini anlatma biçimi hakkında neler söylenebilir?

Herkesin bildiği sözcüklerle konuşuyor Sabahattin Ali. Bu kadar doğal yani ama öbür taraftan bu sözcükleri bir araya getirişi kendine has. Mesela ilginç ve kalıcı somutlamalar yapıyor. Uzun uzadıya anlatmaya gerek kalmadan, somut bir ifadeyle mıh gibi çakıyor insanın zihnine. Hani Dostoyevski “Yüzünde, hapşıracakmış da hapşıramıyormuş gibi bir ifade vardı.” der ya. Yani herkes bilir bu yüz ifadesini. Etkileyici ve kalıcı bir betimleme unsuru olarak kullanır bu herkesin bildiği şeyi. Sabahattin Ali de böyle etkileyici ve kalıcı ifadeler yaratır. Mesela “Bahtiyar Köpek” isimli eserinde “Elle tutulamayacak kadar ince asla yırtılmayacak kadar sağlam bir can sıkıntısı” der. Can sıkıntısının bu kadar muhteşem betimlendiği başka bir ifade hatırlamıyorum inanın. Yani çok özgündür. Bir başka özelliği de ruhsal portre yaparken sadece ruhsal portre yapmıyor, filozof derinliğinde çıkarımlar yapıyor ama bunu bir filozof gibi yapmıyor. Hani halkın “arif kişi, irfan sahibi kişi” dediği tarzda yapıyor. O muhteşem gözlemlerini bizden biri konuşuyor duygusunu oluşturarak okura yansıtıyor.

‘GELENEKSELİN DIŞINDA’

Sabahattin Ali Türk Edebiyatını nasıl etkilemiştir? Kendisinden sonra gelen yazarları nasıl etkiler? Bir öncü olarak katkıları nelerdir?

Gerçekçi gözlemi edebiyatımıza yerleştiren Sabahattin Ali’dir. Anadolu insanı, o döneme kadar gözlemden uzak, sadece duyulanlarla anlatılmış. Sabahattin Ali, bunu kıran önemli bir yazardır. Onun gözlem gücü muhteşemdir. İnsanın dış görünümü ile doğanın, eşyanın gözlenmesi ile yetinmez, insanın insanla ilişkisini, kendisiyle ilişkisini, doğa ve toplumla ilişkisini de gözlemler ve tüm bunlardan yaşama dair sonuçlar çıkarır. Fiziksel ve ruhsal portrelerinde hayata dair filozofik çıkarımlar yapar ama bunu yaparken de gözlediklerinin nefes alan, sokakta capcanlı görebileceğimiz insanlar olmasını başarır. Bunda mutlaka, kızı Filiz Ali’nin de belirttiği fotoğrafçılık yönünün büyük payı var. “Kürk Mantolu Madonna”nın ilk sayfasında toplumdan kopup ebedi yalnızlığını yaşayan, hiçbir özel niteliği olmayan insanlardan söz eder yazar. “Acaba bunlar neden yaşıyorlar? Yaşamakta ne buluyorlar? Hangi mantık, hangi hikmet bunların yeryüzünde dolaşıp nefes almalarını emrediyor?” gibi sorular sorar. Romanı okudukça anlarız ki bu insanlardan biri Raif Efendi’dir ve Raif Efendi’yi tanıdıkça onun tıpkı modernist eserlerde gördüğümüz kahramanlar gibi karmaşık olduğunu, kozmik bir yalnızlık çektiğini, hem bireysel hem toplumsal huzursuzluk yaşadığını ve toplumdan kaçtığını görürüz, öğreniriz. Elbette Sabahattin Ali’ye modernist diyemeyiz ama birçok karakterinde modernist özellikler vardır diyebiliriz. Geleneksel anlayışın dışında güçsüz, yılgın, mücadele etmeyen, her şeyden vazgeçmiş, içine kapanmış…

HEPSİ DERYA GİBİ İNSANLAR

Yaşadığı dönemde çok özel Türk Edebiyatının çok değerli kalemleriyle Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz gibi arkadaşlık etmesi, dostlukları Sabahattin Ali’yi nasıl beslemiş olabilir?

Aziz Nesin de Rıfat Ilgaz da derya gibi insanlar. Tabii Sabahattin Ali de böyle. Böyle deryalar bir araya gelince eminim ki derinlikli paylaşımları olmuştur. Üstelik hayata benzer pencerelerden bakan insanlar. İnanıyorum ki her şeyden tasarruf edilir ama bilgiden ve sevgiden tasarruf edilmez; bilgiden tasarruf insanı ilkelleştirir, sevgiden tasarrufsa hayvanlaştırır. Sözünü ettiğimiz değerli insanlar, bilgisini de sevgisini de paylaşan insanlar. Herkesin ömrü var ama herkesin hayatı yoktur ya hani, bu insanlar, ömrü aşan, ömürlerini hayata çeviren insanlar. Bu aşamada şu durum oluşuyor, ömür kişinin hayat herkesindir, toplumundur, evrenindir. Hepsi birbirinin evreninden bir şeyler almıştır diye düşünüyorum. Örneğin “Sırça Köşk”teki öykülerin o müthiş ironilerinde Aziz Nesin’in mizahi yanından, Rıfat Ilgaz’ın hem izahi yanının hem de iyimserliğinin mutlaka payı vardır. Yani mesela Peyami Safa hastane ortamından yaşama küsmüşlüğü ve trajikliği içeren bir “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu” çıkarırken (Bu arada yanlış anlaşılmasın, bir “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu” çok başarılı bir romandır.) Rıfat Ilgaz hastane ortamından komik unsurlarla bezeli, yaşama sevinci içeren “Pijamalılar”ı çıkarmıştır. İşte bu bakış açısıyla mutlaka birbirlerini beslemiştir diye düşünüyorum.

Editör: Haber Merkezi