ASYA YAŞARİKİZ / İZ GAZETE - 2012 yılında yayımlanan ilk kitabı Eksik Yıl ile edebiyatımızın genç isimleri arasında yer alan Onur Çalı, Ankara’da yaşayan İzmirli bir öykü yazarı.

Okurlar, Alakarga Yayınevi’nden çıkan Geçen Sene Doğanlar ve Huma Kuşları ile, O’nun anlatımında kendine has bir ironi ile örülmüş, toplumsal belleğimize katkıda bulunan bir yazarla karşılaştı.

Edebiyatla kan bağı yazarlıkla kalmayan, öykü ve çevirileri Notos, Sarnıç Öykü, Dünyanın Öyküsü, Askıda Öykü gibi çeşitli dergi ve fanzinlerde yayımlananan Onur Çalı’nın çalışma odasının kapısını İz Gazete okurları için araladık.

İlk sorum yazıyla uğraşanlar için: İlk kitabı çıkarmak... Seni masanın başına oturtup da yazmaya iten ne oldu? Kimlerden beslendin mesela? Okuma yazma süreci nasıl oluyor?

Klasik olacak ama önce okuyarak başladı tabii. Üniversite için Ankara’ya gidene kadar, yani on yedi yaşıma kadar Kınık ve Bergama’da (ve yazları Dikili’de) yaşadım. Evde iyi kötü bir kütüphane vardı. Babamın Cumhuriyet Kitap Kulübünden sipariş ettiği kitaplardı çoğunlukla. Bazı kitapları “yaşım yetmezken” okuduğumu düşünüyorum şimdiden bakınca. Mesela Uğur Mumcu’nun “Tarikat Siyaset Ticaret” ya da “Sakıncalı Piyade”si, İlhan Selçuk’un, Server Tanilli’nin kitapları. O zamanlar kitapçı yoktu Bergama’da. O yüzden halk kütüphanelerine, Akif Ersezgin Anadolu Lisesindeki okul kütüphanemize dadandım. Epey okurdum. Muzaffer İzgü, Aziz Nesin, Fakir Baykurt, Necati Cumalı ilk okuduklarımdan. Bir süre sonra, muhtemelen okuduğum yazarlara özenerek bir şeyler karalamaya başladım. Önce şiir tabii. Sonra öyküye benzeyen şeyler. “Ciddi” anlamda öykü yayımlamaya başlayalı on yılı geçti ama beni yazmaya iten neydi bilmiyorum. Hâlâ bilmiyorum çünkü “mantıklı” düşününce, kimse sizden yazmanızı beklemez ve talep etmezken ortaya çıkıyorsunuz. Bu ortaya çıkışın arkasında, alçakgönüllü de olsanız cüret var tabii. Dolaylı olarak şöyle demiş oluyorsunuz: “Ben bütün bu okuduklarımdan, herkesten farklı bir şey anlatacağım size, en azından farklı bir biçimde anlatacağım.” Bu hiç de kolay değil elbette, bunu okudukça ve özellikle yazdıkça daha iyi anlıyor insan.

Eduardo Galeano “Öykü anlatıcıları yitik hatıranın, aşkın ve acının görünmeyen izini arar” der. Senin aradığın bir şey var mı yazarken?

Dediğim gibi, “farklı”, kendisine özgü olan bir dilin peşine düşer yazan kişi. Öncelikli derdi, meselesi budur bana kalırsa. Galeano’nun öykü anlatıcıları olarak adlandırdıklarıyla bugünkü öykü yazarları aynı şeyi aramıyorlardır. Birisi hikaye anlatıcılığıdır; tahkiyeye, hikaye etmeye, destan türüne yaslanır. Galeano’nun bahsettiği görünmeyen izlerin yanısıra unutmamayı, hikayeyi yaşatmayı ve aktarmayı amaç edinmiştir. Çağdaş öykünün ana istasyonu hikaye anlatıcılığıdır belki ama çok başka duraklarda şimdi. Yolculuğu da sürüyor.

“Varolmayan Şövalye” (Ada, 1985) romanının önsözünde Calvino’nun, daha sonra bu romanın da içinde olduğu “Atalarımız” üçlemesini yazma sürecini anlattığı bir bölüm vardır. Nasıl yazacağını bir türlü bulamayan, arayan (arada yazdıklarını yırtıp atan) Calvino şöyle der: “Daha düşünceli, daha kaygılı bir tonu benimseyecek olsam, her şey bozarıyor, hüzünleniyordu, benim olan o havayı, yani yazanın bir başkası değil de ben olmamı haklı gösterecek tek özürü yitiriyordum.”

Benim aradığım da bu aslında, “ben olmamı haklı gösterecek tek özürü” arıyorum. Bu özrün daha edebi karşılığına üslup deniyor. Galeano’nun bahsettiği o görünmeyen izleri arayalım, tamam, ama bunu sadece kendime benzeyen bir özürle yapmak istiyorum. Zor, çok zor ama benim aradığım da bu galiba.

Peki Parşömen Sanal Fanzin'den bahseder misin? Orada da yazıyorsun ve röportajlar yapıyorsun.

Parşömen Sanal Fanzin'in ilk yayını Ekim 2007 tarihli. O günden beri artan bir ivmeyle bir edebiyat, hatta kültür sanat dergisi gibi içerik üretmeye çalışıyorum. Arkadaşlarım, dostlarım, başka yazarlar ve şairlerin desteğiyle elbette. Kâr amacı gütmeyen, edebiyat hevesi ve sevgisiyle yapılmış işler var Parşömen’de. Sadece yazı ve söyleşiler değil, müzik yazıları, film eleştirileri, mektuplar, çeviriler, öyküler, şiirler, denemeler, eleştiri yazıları, tiyatro… Benim başlarken düşündüğümden çok daha büyüdü Parşömen, bu yüzden Dünlükler dışındaki yazdıklarımı ayrı bir blogda, Palimpsest’te yayımlıyorum artık. Yazmaya başladığımdan itibaren dergilere de gönderdim hep yazdıklarımı. Kasım ayından itibaren Öykü Gazetesi’nde de düzenli olarak yazmaya başladım. Dergiler, edebiyatın nabzının attığı yerler olmalı. Bilhassa yazmaya yeni başlayanların ilk adresi dergiler olmalı diye düşünüyorum. Kamu spotu gibi olacak ama iyi edebiyat dergilerini yaşatmaya bakalım.

Edebiyatla kan bağın hiç bitmiyor. Peki okuyacağın kitabı neye göre seçiyorsun? Sağlam bir tavsiye, kitap ekleri, internet?

Şakayla karışık, “bugün edebiyat için ne yaptın?” diye sorarım her gün kendime, hakkını vermeye çalışırım. Kitap seçimine gelince, okurluğuna güvendiğim dostlarımın tavsiyelerini ya da sosyal medya arkadaşlarımın paylaşımlarını dikkate alırım ama daha çok kendi okuma yolumu kendim çizmeyi seviyorum. Okunacak o kadar çok iyi kitap var ki başkaca bir tavsiyeye gerek yok aslında. Diyelim Salâh Birsel okuyorum, o beni başka bir yazara götürüyor zaten. O yazar da bir başkasına. Kitap eklerinden iyi kitaplara ulaşmak ne kadar mümkün bilmiyorum ama seçici davranarak kitap eklerinden de faydalanılabilir belki.

Sevdiğin yazarların peşine düşüyorsun o zaman? Bir kitap okuduğun zaman rafa kalkıyor mu yoksa o yazarla ilgili araştırmaya devam ediyor musun? Mesela ben bir ara Tezer Özlü'nün öyle peşine düşmüştüm ki İsveç'te yaşadığı evi bulmuştum. Tabii google earth ile... Merak ediyor musun sevdiğin yazar nasıl yazıyor, çalışma odası nasıl?

Sevdiğim yazarların peşine düşerim elbette. Ama şimdiye kadar Google Earth’e başvurmadım hiç, iyi fikir. Daha ziyade anı kitaplarından, mektuplardan, söyleşilerden, biyografilerden faydalanıyorum. Oralarda sevdiğim yazarlara ait izler bulduğumda sevinirim. Bazı yazarlar zaten çalışma odalarını, çalışma biçimlerini anlatırlar söyleşilerinde ya da kitaplarında. İlhan Berk mesela sıklıkla yapar bunu. Ama işin aslı, onlardan çok metin ilgilendirir beni. Üslupçu yazarları çok severim. Son zamanlarda deneme, günlük ve anı okuyorum daha çok. Salâh Birsel, Refik Halid Karay tüketemeyeceğim birer hazine söz gelimi. Dönüp dönüp okuduğum yazarlar, kitaplar vardır. Onları rafa kaldırsam da arada sırada göz göze gelmek, alıp tekrar karıştırmak isterim.

Güzelmiş. Peki Salah Birsel ve Refik Halid hazineleri dışında kimlerin üslubunu seviyorsun ve okuyorsun?

O kadar çok ki ömür yetmez hepsini okumaya (ve tekrar okumaya) ama sayayım ilk elden aklıma gelenleri: İlhan Berk, Tomris Uyar (özellikle Gündöküm’leri), Hulki Aktunç, Sevim Burak, Yusuf Atılgan, Orhan Duru, Barış Bıçakçı, Behçet Çelik, Aysun Kara, Pelin Buzluk, İlhan Durusel, Kerem Işık, Cemil Kavukçu… Bu “hazineler” genelde çetin ceviz olurlar. Okumak kolay olmayabilir, alışana kadar zorlayabilir ama bu zorluğun sonunda güzel, tatlı mı tatlı, kimselere benzemeyen meyveler verir bu yazarlar. Refik Halid’in sadece 18 cilt yazıları var (Memleket Yazıları başlığı altında Tuncay Birkan’ın yayına hazırladığı), Salâh Bey’in denemeleri, günlükleri ha keza. Ahmet Rasim okumadım hiç, ilk fırsatta ona el atmayı düşünüyorum.

Senin öykülerine dönersek, öykülerinde İzmir'in yeri var mı?

Muhakkak vardır, var. Bazı öykülerde bunu belirgin olarak görüyorum. Okuyanlar fark edecektir zaten; çocukluk izleri, mekanlar, semtler, bölgenin tarihi, mitolojisi, bazı yöresel sözcükler elbette sızıyor öykülerime ama bunu bilinçli olarak, karar alarak yapmıyorum, kendiliğinden oluyor.

Peki, öykülerinde şiirle dirsek teması var mı?

Şiir severim, okurum. Geçmişte yazmaya çalıştım, hâlâ ara sıra yazmaya çabalarım. Hatta 2013 yılında Başak Çetin’le birlikte bir haiku kitabı yayımladık, e-kitap olarak. Ben yazdım Başak çizdi, Başak çizdi ben yazdım. Sevdiğim şiirleri çeviriyorum, Caz Kedisi dergisinde ve Parşömen’de yayımlanıyor zaman zaman. Sözün özü, şiirle bağımı koparmıyorum. Öykülerimde şiirle nasıl bir temasımın olduğunu bilmiyorum. Dozu iyi ayarlamak lazım, bunu biliyorum. Öyküyü şiire boğdurmamak lazım. Netameli iş.

Ağaç Baharı öykünü bir gönderme sayabilir miyiz?

İlk kitabım Eksik Yıl’da (2012) “Ağaçları Kurtarma Komitesi” adında bir öyküm vardı. Artık buna ne demeli, öykünün sezgisi denebilir belki, Gezi’ye çok benzer bir hikaye anlatmıştım o öyküde. Ağaç Baharı öyküsü de onun devamı gibi oldu biraz. Bizim kuşak için Gezi önemli bir olay. Elbette yazdıklarımıza da yansıyor.

Ayaz bebek, Yücel Arı ve Berkin için yazdığın bir öykün var. Öykü toplumsal belleğe katkıda bulunabilir mi?

Evet, Limbo Bar öyküsü. Bu ülkede en savunmasız olanlarımız çocuklar. Dört bir yandan tehdit altındalar. Soğuktan öldü Ayaz bebek, yoksulluktan, kırk günlüktü daha. Yücel’e kağıt toplarken araba çarptı, o da altı yaşındaydı. Berkin’i herkes biliyor zaten... Öykü toplumsal hafızaya katkıda bulunabilir elbette. Üstelik sloganların, polemik yazılarının, tarih kitaplarının, makalelerin yapabileceğinden çok daha uzun erimli, çok daha etkili biçimde yapabilir bunu. Bugün Kuvayi Milliye Destanı’nı okuduğumuzda, resmi tarih kitaplarının kuru anlatımından daha çok şey anlattığını görürüz. Ve fakat yazar açısından risk de taşır toplumsal olayları öyküleştirmek. Dertle hemhal olmadan yazmaya kalkışınca sakil durabilir. Paniğe kapılıp acele etmeden, tarihçiliğe soyunmadan yazabilmekte mesele. Bunu becerebilirsek ne âlâ.

Öykülerinde okuyucuya laf atmayı seviyor musun?

Doğrudan okuyucuya seslenmekten bahsediyorsun, arada yaptığım olur. Okuyucudan gelen her karşılık da mutlu eder beni. Yeter ki ses gelsin!

İzmir'le ilgili sevdiğin seni Ankara'dan buraya çeken neler var? Bir de illa ki İzmir'in sevmediğin tarafları vardır?

17 yıl Bergama civarında yaşadım, 17 yıldır da Ankara’dayım. Ankara’yı çok seviyorum. İzmir merkezde hiç yaşamadım ama Pasaport iskelesini severim mesela, artık olmayan Bergama Vapuru’nu, İzmir’in kitapçılarını, Karşıyaka’yı… Ailem, dostlarım, arkadaşlarım var İzmir’de ama onlardan ayrı olarak Bergama’nın her yerinden tarih fışkıran eski sokaklarını da özlerim. Kınık’ın Delez Tepesini, Dikili’nin denizini… Şehrin kendisini, meyhanelerini, parklarını da özlerim yani. İzmir’in sevmediğim tarafı sıcağı galiba. Zaten tembel olan bünyemde tehlikeli bir rehavet yaratıyor. En azından benim için böyle. Ama aynı rehavet, İzmir’e özgü o serbestlik, özgürlük, sıcaklık çekiyor da beni. Memleketle ilişkimi özetleyecek en iyi söz şu galiba: “Seni uzaktan sevmek aşkların en güzeli…”

Editör: Haber Merkezi