Özlü, 18 Şubat 1986’da bundan tam 35 yıl önce aramızdan ayrıldı. Ardında edebiyat dünyasını sarsan derin izler bıraktı. Giderken sözcükleri yüreğimize kazıdı. Yine bir soğuk Şubat günü, dört gün önce 13 Şubat’ta ağabeyi Demir Özlü Türk Edebiyatına birbirinden güzel eserler hediye ederek yıldızlara karıştı. İçimizde ayrılığın hüznü, Tezer Özlü’yü ve kitaplarının bir kuşağı nasıl etkilediğini yazar İnci Gürbüzatik ile konuştuk.

Tezer Özlü’nün adını ilk defa nasıl duydunuz?

Nasıl duymam ki. Kitap açlığı çektiğimiz, çıkan ya da çıkacak olan kitapların peşinde olduğumuz ama henüz “Yüreğimizde yeni bir dünya taşıyoruz, şimdi şu anda bu dünya büyümekte” diyen İspanyol anarşist, devrimci, Buenaventura Durruti’den de, Ernest Hemingway’in ‘Çanlar Kimin İçin Çalıyor’undan da haberimiz yoktu. Daha başka devrimci yazarlardan da. Gerçekleri görenlerin ‘komünist’ damgası yediği günlerde her kitap bulunmuyor, yeni çıkan kitaplar hemen duyuluyordu. Birbirimizle yarışırcasına kitap alıp okurduk, öyle bir alışkanlığımız vardı. Ankara’da, Kızılay’da Bilgi, Turhan Kitapevi, Zafer Pasajındaki Toplum Kitapevi, Kocabeyoğlu Pasaj altları, Soysal Han’ın zeminindeki kitapçılar, sahaflar, eski kitapçılar, yuvamız, kitap harman yerimizdi. Tezer Özlü’nün genç bir kadın yazar olduğunu duymuştuk, biliyorduk.

Tezer Özlü’nün kitaplarıyla nasıl tanıştığınızı anımsıyor musunuz?

“Çocukluğun Soğuk Geceleri” kitabının çıktığını biliyordum, maaşımı alır almaz soluğu hep yaptığım gibi Sakarya’daki Bilgi Kitapevi’nde almıştım. ‘Çocukluğun Soğuk Geceleri’ adıyla beni çok etkilemişti üstelik. Yazar, yaşayan bir yazardı, kadındı, gençti benim gibi tiyatro ile ilgileniyordu, hem de AST’da. Üstelik Güner Sümer’in karısı, Demir Özlü’ nün kız kardeşi, Sevgi Soysal’ın arkadaşı, komşusuydu. Merakım katmerliydi. Okuduklarım açık gerçeğimizi gizlediklerimizi, suskunluğumu yüzüme çarpmış, çok canımı sıkmış, kasvetiyle karartmıştı içimi.

‘ÇELİŞKİLİ YAKINLIKLAR’

Tezer Özlü deyince ilk olarak aklınıza onu tanımlayacak hangi kelimeler geliyor?

Özgünlük, yabancılaşma, İroni, gerçek, protest, antimilitarist, değişim, erkek egemen toplumda özel erkek çocuklar, Sisler Bulvarı, Zübük, Kazan Töreni, güzel Türkçemiz, yalnızlık, sevgisizlik-aşk, intihar, gitme, ölüm, din, kasvet, Zola, Turgenyev, Cehov, Simmel, Pelit Pastanesi, Arjantin tangoları, esriklik, Italo Svevo, Zeno, Stephan Zweig, Pavese, Nilgün Marmara ve intiharlar. İntiharlar.

Yazılarının insanda bıraktığı duygusal iz düşümleri hakkında neler söylenebilir?

Sevgisi hissedilmeyen ana babalar, öfke içinde büyümek, saçlarını göstermeyen rahibelerin saçlarını merak etmeler, yazarın taşra özlemi, Yeni Sinema’larda Grece Kelly seyrettiği zamanlardaki naylon çoraplarımız, akıl hastanelerinin korkunç atmosferi, tedavi yöntemleri, gerçekten deli olup olmadığını bilemediğimiz zavallı hastalar, deli kim? Delilik ne? Saçma sorular, sorulara verilen akıllı cevaplar, kuzu kuzu elektroşoka gitmeler, ‘Guguk Kuşu’ filminin kaçış sahnesi, havuzlu Saraçhane Parkında kesilecek ağaçlar, o günkü Taksim, ev halimiz, erkek kardeşlerimiz, okullarımız, öğretmenlerimiz, eğitim sistemimiz, üzerimizdeki hem yakın çevresel hem toplumsal hep aynı olan baskılarımız. Okullarımızı çekilmez kılan yöneticiler, beni de okuldan soğutan öğretmenlerimiz. ‘Üzüntülerinden kaçmak için kendi ağıtları arasında uyuyakalan çocuklar’ olmak. Babalarımızın benzerliği hem de benzersizliği. Çelişkili yakınlıklar, uzaklıklar. Sahte kent yaşamının insanı kalıba sokan cenderesi. Eylemler, eylemsizlikler. Nihilis düşünceler. Gani’nin evinin camında oturan fare. Hep makarna yiyen sarı benizli Doğu’lu gencin denize atlayarak intiharı. Okuduğumuz aynı yazarlar, onun okuyup benim daha henüz okumadığım ama okuyup tanıyacağım yazarlar ve kitapları, kolalı kabarık jüponlu eteklerimizle danslı çaylara gitmelerimiz, Almanya’ya giden işçi trenleri, Leo Ferre’nin saçları, protest, şiirsel sesiyle söylediği anarşist şarkıları, ‘insan ölümünü kendi kendine ölüyor’ sözü, daha sayayım mı?

‘USTALIĞA ŞAŞIRIYORSUNUZ’

Tezer Özlü’nün sizi en çok etkileyen kitabı hangisiydi?

Beni en çok ‘Çocukluğun Soğuk Geceleri’ etkiledi. Tezer Özlü ile tanıştığım yenilikçi ilk kitaptı çünkü. Bir yüzleşmeydi. Benim de gerçeğimi anlattığı için olmalı. Hele ölümünden sonra. Geçmişi ve kendisiyle yüzleşip kendisinden hareketle, toplumun istediği kalıba sokmak için sıkıştırıp bastırdığı genç insanların çıkmazını, bizleri yazmış işte. Bunaltımızı, çaresizliğimizi, tutunamayışımızı. Yaşamın özüne girip sarsıp silkelemişti genç okurlarını.

“Çocukluğun Soğuk Geceleri” kitabını bu kadar özel kılan nedir?

Kitapta okuyucuyu hipnoz gibi çeken bir güç, müthiş bir tempo vardır. Önce anlatacaklarının atmosferini oluşturuyor, mekânlar çok başarılı ve neredeyse belgesel niteliğinde betimleniyor. Atmosferi değerli kılan sözcükleri öyle yerli yerinde kullanıyor ki dil ustalığına şaşıyorsunuz.

Özellikle bu kitap neden kadınların sesi oluyor?

Kitap, yanlışlara, yasaklara kalıplaşmış düşüncelere, bastırılmış özgürlük tutkularına, yalansız bir Dünya’ya benim gibi pek çok okurun, düşünen kadının, kızın, insanın Tezer Özlü’nün sesinden isyandı. Yenilikçiydi, öncüydü, sözcüydü, cesur, açık yürekli, dilinin kemiği olmayan, bedel ödemeyi göze almış, korkusuz, devrimci en önemlisi özgün bir kadındı.

Tezer Özlü yazdıklarıyla yaşadığımız gündelik hayatın açmazlarını tokat gibi insanın yüzüne vuran bir yazar. Bu okuyucuya bire bir ulaşabilme becerisi için neler söylenebilir?

Tezer Özlü’nün kitabında anlattıklarını kendimle kıyaslayıp korkmuştum. Özlü, zihninin kapılarını bilinç akışıyla açıp beni buyur ediyordu sanki. Baştan çıkartıcıydı. Etkilemişti beni. O, burjuva olmanın sıkıntısı içinde bunalırken ben alt orta sınıf bir ailenin ekonomik çıkmazlarıyla boğuşuyor her şeye karşı çıkıyordum. ‘Senin dilin çok uzadı?’ diyenler onu okuduğumu bilmiyordu. Aileyi, çevreyi algılayışımız, Dünya’yı değiştirmek düşüncemiz aynıydı. Entelektüel birikimi bende hayranlık uyandırmıştı. Piyano, trompet, Telemann’ın flüt sonatlarını, Giuseppe Torelli’nin viyolonsel konçertolarını, geç barok İtalyan bestecileri, Bach’ın konçertolarını, Arjantin tangolarını, Fransız La Ferre’yi dinliyor, bizim henüz dinlemediğimiz müzik insanlarından söz ediyor, Mübin Orhon resimlerini betimliyor, batı kültürünü Almancadan okuduğu için edebiyat ufkunun çok geniş olduğundan söz ediyordu. Koşullarım onunla aynı olsa bile ‘ben onun özgürce ya da içgüdüsel olarak yapabildiklerini yapmayı, tek başıma başka ülkeler için yollara çıkmayı göze alabilir miydim?’ Kendimle sorup yüzleşmiş, bocalamış karmaşık bir ruh haline bürünüp Tezer Özlü’ye benim yapamadıklarımı yapabildiği için hayran olmuştum. Ama neden ölümü, intiharı düşünüyordu? Ölüm düşüncesi beni ürkütürken onu neden besliyordu? Bunu anlayamıyordum.

‘FARKINI ORTAYA KOYUYOR’

Yazılarında sadece bir kadın olarak değil, bir birey olarak insanın kişisel bağımsızlığına gönderme yapıyor. Cinselliğe karşı yaklaşımı çok cesur, toplumun ikiyüzlü ahlak anlayışına vurgu yapıyor. Bu cesur, özgürlükçü yaklaşımı nasıl değerlendirilebilir?

Onun yaşadığı yıllarda,‘cinselliği onun kadar özgür, pervasız yaşayabilseydim, ben kesin batakhanedeydim’ diye düşündüğümü hatırlıyorum. “Yeryüzüne Dayanmak İçin” kitabında, kendisi ve bu ülkenin kadınları için, “Sevişmek isteyince, evlenmek zorundadır, ülkenin düzeni evliliği gerektirmektedir. Ama bu insanın ahlak anlayışı artık kendi ülkesinin erkekleriyle nasıl bağdaşacaktır? Bu iki kültürlü insan, yolunu çizebilmek için neyi seçecektir? Ona, içinde yaşadığı toplumun genel düzeyinden çok daha fazlası öğretilmiş, sonra da ondan bu ülkenin kurallarına uyması istenmiştir.” deyişi kendisinin ‘iki kültürlü’ oluş farkını ortaya koyuyor.

‘BU SORUYU HEP SORMUŞTUM’

Kitaplarda satır aralarında Tezer Özlü’nün attığı sessiz çığlıkları duyuyoruz. Bu çığlıklar toplumun insanı sinir eden her dayatmasına, tüyleri diken diken eden başarı hikâyelerine maruz kalan bütün “hiç kimseler” adına atılan çığlıklar olarak nitelenebilir mi?

Aynı havayı soluduğum yazar yazdıklarıyla kafamı karıştırsa da onunla bir bağ kurduğumu biliyordum. O da benim gibi genç bir kadın, üstelik yazar, tercüman, çevirisini yaptığı oyunda bile oynamıştı. Benimle aynı dönemin, siyasi yapılı devlet yönetiminin, aynı milletin, toprağın, aynı efkârlı şehrin insanıydı, isyanını, itirazını, direnişini oturup da yazmıştı işte. Çok mutsuz, karamsar, benden bile mutsuz bir çocukluk, genç kızlık dönemi geçirmiş. Sonrasında da mutsuz bir kadınmış. Ama niye mutsuz? Neden ölmeyi istiyor. Bunu neden hep deniyor. Bu soruyu hep sormuştum, soruyorum. Çıkmazının akıl hastaneleri, sonunun kendinden vazgeçiş olduğunu tarih yazmıştır artık.

Tezer Özlü, okuyan insanları nasıl değiştiriyor?

Düşündürüyor. Bu bile bir yazarın başarılı sayılması için yeter. Onca çalkantılı değişimin olduğu bir ülkede, yaşanan çıplak gerçeği dile getirip gözler önüne seriyor, belgeliyor. Dönemin siyasi profilini çiziyor, sosyolojisini çözümlüyor. ‘İki kere iki dört işte bu böyle, ey okuyucu’ diyor. Ama bunu yaparken de edebiyatın bütün estetiğini, güzelliğini, Türkçenin gücünü, olanaklarını kullanıyor. Almanca da yazıyor. Anlattıklarında müthiş bir çatı, kurgu ve kimselerin böylesine açık açık dile getirmediği acı gerçeğin ta kendisi, cesaretle bir belgesel tadında dile gelişi var. Okurunu sorgulatıp sarsmaması olası değil. Seval Deniz Karahaliloğlu

Editör: Haber Merkezi