1977 İstanbul turnesindeyiz, mekân Beyoğlu Küçük Sahne. Bilenler bilir önceleri Ankara tiyatroları İstanbul’a öyle bir ya da iki gösteri için gelmezdik.

Hani hem maliyeti kurtarmaz kaygısı vardı hem İstanbul’da salonları dolduran seyirci çoğulu.

Atlas Pasajı Beyoğlu’nun orta yeri. Binanın tarihçesi belgeseli çekilecek kadar bir öykü zenginliğidir ancak bu öykünün içinde beni ve meslektaşlarımı, o dillere destan aşklar ve şiirler ve şarkılar ve öyküler ve dostluklar diyarı Kulis Bar’ın yanındaki küçücük ahşap gişenin önünden çıkılan ve buradayım diyen bir kapıyla açılıp üstünüze tiyatro tarihinin yağdığı şömineli fuayesi, yukarıdan sarkan avize, duvarlardaki aplikler ve siyah-beyaz ya da sepya fotoğraflar ilgilendirir.

Büyülenirdim her seferinde. Mistik bir koku, sanki içeride oynanan oyunların teri, kostümlere, aksesuarlara, dekorlara sinen emek ve akan bir nehir coşkusundaki alkış seslerini duyardım.

Fuayenin orta yeri şenlik evi, deri-ahşap koltuklar, bir iki sehpa, köşede mermerli büfe ve salon giriş kapısının yanında adı gibi küçük bir müdüriyet odası. Bu odanın içinden tiyatro kulislerine giden saklı bir yol vardır, yalnızca orada oynayan oyuncuların ve yaratıcıların bildiği, binanın ara boşluğundan arkadaki alt kulise kavuşursunuz.

Salon kapısını açınca replikler yağar üstünüze. Adları dillere destan ustaların ve sayısız tiyatro emekçilerinin replikleridir bunlar. Her sözcük bir ahenk. Girişteki 3 metrelik rampa, kahverengi koltuklu bu sihir dünyasının içine atar size. Başınızı çevirdiğinizde en arka sıranın ardında ışık odasını görürsünüz. Yürüdükçe sihir çoğalır, duvarlardaki yarı gölgeli aplik ışıklarının altında adeta bir tiyatro tapınağının bağrındasınızdır. Titrer bedeniniz. Kulis kapısının yanında tuvalet kapısı, hepsi ahşap ve birer usta işi. Salondan sahneye çıkış için yapılmış 5 basamaklı merdiven mimarinin en temel parçalarından biridir.

Sahneye çıkınca gümüş bir kutunun içindesinizdir, sahne gerisindeki pencereyi açarsanız İstiklal caddesinin neşesi dolar içinize, sağda büyük bir tek kulis vardır genelde dekor deposu, sol da ise altta aynaları ahşap çerçeveli ışıl ışıl bir kulis ve yanından daracık ip ince nakışlanmış merdivenle çıkılan üst kulis.

Düşe dalıyorum, o üst kuliste Münir ağabeyi makyajını yapıp oyun şarkısını mırıldanırken düşünüyorum ya da Erol Günaydın ağabeyin sigarasını tüttürerek kostümlerini giyişini.

Bu üst kuliste gözlerimi tavana dikip uyuyakaldığım günler var yüreğimde, o kadar taze ki, dün gibi.

Tiyatronun bir kedisi vardı ben adını ‘Çalık’ koymuştum, şaşı bakışlı, öyle sarman bir canavar, yukarıda sözünü ettiğim saklı yoldan tiyatroya sızar, kendini sevdirmez bağır-çağır yemek ister ne varsa paylaşırsınız, geldiği yoldan kaybolurdu. Burada uyuyakaldığım ilk gün ayakucumda yakalamıştım.

Vedat Nedim Tör ve Muhsin Ertuğrul ustalar yaratmışlar bu masalı.

Adı bugünlere kalmış iki şanlı mimar Halit Femir, Feridun Akozan ise nakış nakış örmüşler her santimini ve 295 koltuklu salonu hayata katmışlar.

Muhsin Ertuğrul 1951 yılında Fareler ve İnsan oyunuyla kapılarını açmış, ardından tüm dünyada ilk olan Nur Sabuncu’nun oynadığı Kadın Hamlet ile seyirci rekorları kırılmış, tarih 1955.

Tam 69 yıllık bir destan. Ülkemin tiyatro adına en temel yaratıcılarının borçlanarak kendi emekleriyle yaptıkları ilk özel tiyatrosu.

Haldun Taner, Ulvi Uraz, Sadri Alışık, Münir Özkul, Erol Günaydın, Gülriz Sururi, Engin Cezzar, Lale Oraloğlu, Zeki Alasya, Metin Akpınar, Altan Erbulak, Yıldız Kenter, Şükran Güngör, Kemal Sunal, Nisa Serezli, Altan Karındaş, Mücap Ofluoğlu gibi ustaların sesleri çoğalmış bu salonda, şarkıları şiirlenmiş.

Uzunca yıllar tüm özel tiyatrolara ev sahipliği yaptı. Ulvi Uraz hocadan sonra Dormen Tiyatrosu, Gülriz Sururi Engin Cezzar Tiyatrosu ardından Dostlar Tiyatrosu ve sonra Ferhan Şensoy. Orta Oyuncular bu salondan sonra SES tiyatrosuna geçti. Ali Poyrazoğlu yıllarca burada oyunlarını oynadı. Bizler gibi Ankara’dan gelen tiyatro gruplarını ağırladı.

En son Kültür Bakanlığı aldı ve Devlet Tiyatroları’na verildi. Adı Bedia Muahhit Sahnesi olarak değişti.

Ancak ne oldu nasıl olduysa D.T de kapının önüne kondu ve bu güzellikler evi Türker İnanoğlu tarafından satın alındı.

Şimdi daha dün baktım kapı duvar, pasajın girişinde sol taraftaki büyük kapıyla çıkılan o duvarları aynalı ve altın varaklı, işlemeli, tavan yüksekliği 6 metre olan ve yıllarca Devlet Resim ve Sanat Galerisi olarak var olan bölümde öyle.

İçeride neler oluyor bilinmiyor.

“Sinema Müzesi yapacağım” demiş Kültür bakanı.

Neden başka yer mi yok?

Böylesi bir mimari doku ve milyonlarca anıyı yaşatan bir tiyatro salonu nasıl kurban edilir.

Buna neden susulur?

Koruma kurulları neden harekete geçip bu kültürel dokuyu koruma altına almazlar, neden?

Zaten her anlamıyla çoraklaşmış, kitapçı dükkânlarının kapanıp kebapçı ya da çaputçu olduğu Beyoğlu’na neden yapılır bu işkence?

Neden geçmişe saygı duyulmaz neden?

Sorum açık, sizce bunun adı düşmanlık değil mi?