Sinemanın yedinci sanat dalı olarak toplumsal yaşama getirdikleri hakkında kitaplar yazılır elbet. Fakat işin bir de kişisel yönü var. Her birimizin filmlerle kurduğu serüven başka. Sinemaya atfettiğimiz değer de filmlerden beslenen kültürel yapımız da kişisel tarihimizin büyük bir parçası. Hatta bana kalırsa iflah olmaz sinemaseverler için filmlerin rolü, yaşam deneyimlerini belirleyecek denli güçlü. Öyle ki kişinin çocukluktan itibaren izlemeyi tercih ettiği film türlerine, hangi filmlerden daha çok etkilendiğine, hangilerini defalarca izlediğinde bakarak dünya görüşü, duyguları, düşünsel yapısı hakkında pek çok şey söylenebilir. Filmlerden yola çıkılarak bir yaşamın izi sürülebilir kısaca.



SAYFANIN TAMAMINA ULAŞMAK İÇİN TIKLAYINIZ



KIRK YILIIN FİLMLERİ

Bu düşüncelerle bu hafta yeni bir film eleştirisi yerine, biraz daha özel, kişisel bir yazı yazmak istedim. Bu pazar, yaşamımın kırk birinci yılı noktalanıyor. Acısıyla, tatlısıyla bir çırpıda geçip giden yıllar… Özellikle hayat bilgisi anlamında, geriye dönüp baktığımda en çok aklımda kalanların filmlerle kurduğum ilişkiye dayanması ne tuhaf! Çocukken sinemanın yaşamımı böylesine sürükleyeceğini, kendisine bağlayacağını tahmin edemezdim. İçinde devindiğim bu büyülü dünya beni etkisi altına aldığı günden bu yana, kabaca 32 yıl geçti. 32 kısım tekmili birden akan bu yıllarda sinemanın ateşini kalbimde daima hissettim. Film çekme hayalleriyle beslediğim bu ateş bazen harlandı, gürül gürül oldu, bazen cılız korlara dönüşüp uyudu, sonra yine küllendi. Şimdi baktığımda hâlâ orada beni beklediğini görüyorum. Pazar gecesi 41 kere maşallah deyip sevdiklerimle kadeh kaldırırken, şanslıysam gözlerimi merak ve hayretle açacağım ikinci kırk yılımda da sinema aşkıyla dolup taşmayı düşlüyorum. Belki böylece kırklara karışmak da mümkün olur. Kırk satır yazıp öğrenmenin kırk yıl daha kölesi olmak…

Muhtemelen bu cümlelere nostalji duygusu da neden oluyor. Hâliyle, geçen zamanın kaydını tutamadığımız için zihinsel muhasebelere girişmek, geçmiş günleri anmak ihtiyacı doğuyor. Böylece kişisel sinema tarihi meselesine yeniden geliyoruz. Sinemanın yükselen bir yıldız gibi yaşamımıza girdiği 1895’ten beri her kuşak, onunla başka bir gönül ilişkisi yaşamış olmalı. Kuşakların eğilimleri kadar kişilerin de film yolculukları değerli ve kendine özgü. Gelişen teknolojiden, izleme imkânlarının artmasından ve seyir mecralarından etkilenen, yeni yollar açıldıkça yeni anlamlar üreten uçsuz bucaksız bir alan burası. Yetişmek mümkün değil. Hepsini tüketmek bir insan için imkânsız. İster istemez seçim yapmak zorundayız. Çocukluğu, gençliği sinemanın Altın Çağ’ında (kabaca 1930’lu, 40’lı yıllarda)  geçmiş pek çok kimse haftanın her günü film izlese sinema gündemini büyük ölçüde takip edebilirdi. Fakat onlar da 2000 sonrasında çekilen filmleri gör(e)medi; bugünün seyircileri ise  (aslında büyük kısmı gereksiz) akıl almaz bir bolluk karşısındalar. Üstelik filmlerin farklı formlarda üretildiği, dizi patlamasının yaşandığı zamanlardayız. Dijital devrim, film izlemeyi ve hatta üretmeyi çok daha kolay hâle getirdi. Önceki kuşakların ancak sinema müzelerinde, sinemateklerde izleyebildikleri filmler artık çok uzun sürmeyen bir aramayla, bu devasa dijital çöplükte bulunabiliyor.

BU BİR “HIZ TUZAĞI”

Sinefiller için müthiş bir olanak. Fakat bir yandan da takıntılı bir sinemasever için belalı bir iş. Devir, hıza endeksli olunca; üretilen her şey bir anda tükenip kayboluyor. Değerli olanı bulup çıkarmak, üzerine konuşmak, etraflıca düşünmek için gereken zaman ve emekten yoksun bir kültür ortamı var. Kuşkusuz doğal karşılanabilir bu. Teknolojik atılımların yarattığı kapitalist beklentiler, kültür tüketicilerini böyle yeni alışkanlıklarla donatıyor! Bütün bunlara rağmen, sinema oburluğunun kişiye pek yararı olmaz. Yıl içinde gördüğün film sayısının bir önemi yok. Önemli olan nitelikli filmleri seçip yaşamına katabilmekte.

Etrafımız onlarca platformla sarıldığı için bir filmi bitimsiz bir heyecanla beklediğim çocukluk günlerini daha çok özlüyorum. Size de oluyor mu bilmem ama herhangi bir dijital platformun ara yüzünü açınca, karşıma gelen yüzlerce seçenek arasından birini seçemez hâle gelip uygulamayı kapattığım çok oldu. Bu bazen ciddi bir isteksizliğe bile dönüşebiliyor. Belki yetişkinliğin getirdiği yorgunlukların etkisi de vardır, eskisi gibi, hikâyelere kaçmak kolay değil. Ertesi günün zorlukları ve yılgınlıkları kapıda beklerken filmlerin kaçış imkânı sunan dünyasına çocukluk ve gençlik kaygısızlığıyla pek giremiyoruz artık. Bu sadece klasik anlatı kalıplarına uygun hikâyeler anlatan ticari sinema için değil bağımsız filmler için de geçerli olabiliyor. Hatta bu tür filmleri irdelemek için daha çok zamana ihtiyaç olduğu bir gerçek.