Ben doğmazdan hemen önce bizimkiler izledikleri bir Yılmaz Güney filminden esinlenip koymuşlar adımı. Oysaki Deniz olsun istemişler o güne dek. Nedendir bilmem, olmamış işte. 12 Eylül'ün yarattığı travmadan mıdır yoksa başka bir sebepten mi bilmiyorum. Neyse ki bir Yılmaz Güney filminden esinlenip gizil bir solculuk bulaştırmışlar adıma yine de. Oysaki Deniz ismi bu ülkenin geçirdiği tüm zamanlarda en yüksek sesle söylenmeyi hak ediyor, bizlerin inanç ve umudu birilerinin canını daha çok sıksın diye.

Gel zaman git zaman ismimle yaş almışım. Ortaokul yıllarında Türkçe dersi ödevi olarak "bir Türk büyüğünün" hayatını yazıp getirmemiz istenmişti hiç unutmam. O yaştaki bir çocuk ne bilsin Türk büyüğünü öyle ya. Osmanlı padişahlarından tutun da Türkeş'e kadar millet neler yazıyor, bir bilseniz. İşin içinden çıkamayınca eve gidip, meseleyi babama açtım haliyle. Bana bir Türk büyüğü bulsun diye. “Yaz Nazım'ın hayatını, götür ver öğretmenine” dedi babam. Bu kez biz yüksek sesle konuşacaktık. Militan sağcı okul yönetiminin ve o sıralar okullarda Atatürk rozetli öğrencilerin bile milliyetçi çetelerin saldırısına uğradığı bir ortamın inadına, Nazım Hikmet ile kol kola girmiştim derse. Şiirlerin, şarkıların, yarına dair umut taşıyan marşların içinden geçip düşmüştük okul yoluna. Biz yüksek sesliydik ama bu kez de öğretmen kısık sesli bir şaşkınlıkla karşıladı beni. Önce “teşekkürler” diye kulağıma fısıldayıp, ödeve iyi bir not vermişti. Ama sonra  "ben de Nazım Hikmet'i çok severim fakat yine de okulda yanlış anlaşılabilir" diye bir uyarıda da bulunmayı ihmal etmemişti. Ödevin asıl mükâfatı olarak bir hafta içerisinde öğretmen tarafından sınıf başkanı olarak atanmıştım. Nazım’la iktidara yürümüştüm anlayacağınız.

Aynı doksanlı yılların üzerimde en çok etki bırakan olaylarından birisi de şüphesiz yaşadığım kentte meydana gelen işkence davasıydı. Kamuoyunda Manisalı Gençler davası olarak bilinen davanın tüm süreçlerinde muhalefet kesimlerinden önemli tepkiler ortaya çıkmıştı. Ancak davanın bitmesinin ardından kente hâkim olan sessizlik, ifade etmemiz gereken ne varsa yine kısık sesle söylememizi gerektirdi uzunca bir süre. Memleket meselelerine yeni yeni ilgi duymaya başladığımız o günler, ülkede toplumsal muhalefetin düzeyi ne olursa olsun yaşadığımız kentte bizi derin bir sessizlik ile karşılamıştı. 90’lı yıllar buna benzer hikâyeler vermişti aslına bakarsanız birçoğumuza. Bugünün karanlığına bakınca kimilerince daha yaşanılabilir bir ülke olarak tarif ediliyor olabilir o zamanların Türkiye’si. Elbette bunun sebebi Türkiye özelinde siyasal iktidarın kim olduğuyla alakalı olmaktan çok toplumsal muhalefetin daha diri olmasıydı diyebiliriz. Memleket genelinde sosyalistler bugüne göre çok daha derli toplu bir haldeydi mesela. Sosyal Demokratlar bile bir başkaydı aslına bakarsanız. Örgütlü karanlığın şiddet yöntemleri ne kadar acımasız olursa olsun muhalefet kesimlerinin direngenliği de o derece ileriydi. Gözaltında kayıplar, sokak ortasında insan kaçırmalar, tutuklamalar yaşanıyordu. Hep sussun, sesi hiç çıkmasın istenenler işkence ile konuşturulmak isteniyordu bir yandan. Ama tüm bunlara rağmen kısılamayan o ses memleketi daha yaşanılabilir kılıyordu işte.

Doksanlardan iki binli yıllara geçildiğinde ise yeni ve daha önce memleket insanının şahitlik etmediği bir karanlığın arifesindeydik artık. Hikâyenin sonrasını biliyorsunuz zaten. Yönetenler için her dönem sesi kısılmaya çalışılan bir halk, itiraz etmesin, rıza göstersin, sorgulamasın, itaat etsin istenen bir toplum hayali, iktidarın kendine özgü yöntemleriyle gerçekleşmeye daha yakın bir hale geldi. Anlayacağınız bugünkü nefessiz kalışlarımız, sesimizin yeteri kadar yüksek çıkmayışından, o haykırışları içimizde bir yerlerde hapsedişimizden hep.

Oysa Anadolu’nun yoksullarından, ezilenlerinden çıkacak kuvvetli bir haykırış memleketin dört bir yanına dalga dalga yayılabilecek bir niteliğe de sahip. Talan edilen ormanların, yağmalanan tarihin, öldürülen kadınların, el konulan emeğin, kader diye ülkenin alnına yazılmış yoksulluğun, betona gömülen kentlerin, göçük altındaki madencinin, karda çıplak ayak yürüyen çocukların hatırına çıkabilecek güçlü bir ses, uzunca bir zamandır süregelen o korkunç karanlığı yırtıp atabilecek bir etkiyi açığa çıkartabilir.

Artık zaman, birbirimize fısıldadığımız gelecek güzel günlere duyulan özlemin, biraz daha yüksek sesle haykırılması zamanı…