Haber bültenlerinin beyin ütüleyen cızırtıları arasında Gamze'ye, çıkalım odadan beynim uyuştu bir hava alalım gelelim dedim. Televizyonu kapatırken, yüksek izlenme rekorlu dizinin, tiyatro okulunu bitirmiş üstüne eğitmeni de olmuş oyuncusu "... asker doğar" diye bitirdi cümlesini. Sigaraya başlasam ne güzel bir an olurdu diye düşünerek çıktım kapıdan. Ulus'un tarihi binaları ve her biri roman insanları arasında bir yürüyüş yaptık. Tedirginlik o anlarda hiç uğramadı yanıma. Stattan dolayı çocukluğum burada geçmişti desek yalan söylemiş olmazdım. Sonra döndük otelin ışıltılı gerginliğine.

Uyudum uyuyamadım derken oda telefonu çaldı. Neredeyse sabah olmuştu diyebilirim. Belki 3 belki 4'tü saat. Açtım telefonu, resepsiyondaki arkadaş, polislerin lobide beni beklediğini aşağı inmemi rica etti. Sevgilimi uyandırdım, haber verdim. İndim aşağıya. Polisler beni alarak Ulus'taki Anafartalar karakoluna götürdüler. 2003'te Katıldığım bir Barış mitinginden hakkımda dava açılmış, mahkemeye ifade vermeye gitmediğim için de yakalama kararı çıkmış. Ne kadar garip değil mi? bi kaç saat önce Brecht okumuş ünlü meslektaşım gibi cepheye ziyarete gitmemiş ve savaşa övgü düzmemiştim, acaba hangimiz okuduğumuzu yanlış anlamıştı sorularıyla karakoldan içeri girdim. Dosyamda artık ne yazıyorsa, polisler kapısı açık iki hücredekileri bir hücreye topladılar. Beni boşalan hücreye kelepçeli biçimde koyarak kapıyı da kilitlediler. Diğer hücrenin kapısı açık, tam karşımda. Adamlar garip garip bakıyorlar bana. Ne yaptığımı anlamaya çalışıyorlar. Ben de diktim gözlerimi ayırmıyorum bunlardan. Tam o esnada içeri biri daha geldi sanırım ast subay filandı. Bir barda kavga etmiş. Yüksek alkollü tabi. Polisler bu arkadaşı yatıştırmak için türlü beden egzersizi yapsalar da, olmuyor. Arkadaş durdurulamamakta. En son çareyi diğer hücreyi boşaltıp, kendileri de dışarı çıkma suretiyle karakolun içine gaz sıkmakta buldular. E ben? Bana neden?

Yapacak bir şey yok gözümden yaş akıyor silemiyorum, ellerim kelepçeli. Nefes alamıyorum ki, fiziki rezilliğimi anlatıp, okurların kafasında iğrenç bir insan modeli yaratmak istemiyorum. Neyse adam gazı yemiş 1 80 yatarken diğer hücredekilerle beni bindirdiler bir tutuklu nakletme aracına. Ford transit yani. Diğerleri benim yanıma oturmuyorlar, 3 kişilik koltukta onlar 5 kişi ben arka koltukta tek başıma. Önümde oturan insan evladı başladı eğilerek koltuğu yalamaya. Yahu ne yapıyor bu diye anlamaya çalışırken bir baktım adam koltukla çiftleşmek isteğinde. Görüntü estetik algılarımı bozduğundan, "polis birader bu adamı başka yere al ya da olacakları benden bilme" diyiverdim. tamamen estetik kaygılarımın gereksiz cesareti. Ama polisten önce diğer hükümlüler şoför arkası üçlüyü, altılayarak "Aman abi, biz hallediyoruz" dedi. Polisten tık yok.

Velhasıl bizi adli tıpa götürdüler ki başka şubeye teslim ederken, biz bunlara hiç bir işkence yapmadık cümlesinin kâğıtta resmi karşılığı olsun. Doktora girdim beni şöyle bir süzdü, yüzüme bile bakmadan bir şeyin yok di’ mi dedi "Yok" dedim, çıkarttı odadan. Odadan çıktım ama adli tıptan çıkarken bıyıkları badem, saçları seyrelmiş bir abimiz "bir dakika" dedi ve bakıştık uzun uzun. Bu araya 3. sınıf bir romantik komedi filminden dilediğiniz müziği koyabilirsiniz. Sanırım aramızda bir ilişki olamayacağını anlayınca, bu bir kâğıt uzatarak bana 15 tl dedi. Güldüm tabi "Nasıl yani?" soruma karşılık, muayene ücreti diye karşılık verdi. Polise baktım, telefonuyla oynuyor. Kaş-gözle adama polisi işaret ettim. "Yok bunu siz ödeyeceksiniz" dedi. "Yok birader ben ödemeyeceğim dedim."

Neyse beni bir kaç kere yanlış şubeye verdiklerinden dolayı ben o gece doğru şubeyi bulana kadar 3 veya 4 kez gittim adli tıpa, adam şimdi Allah için, indirim yapmayı da teklif etmedi değil. 15 TL'den başlayan muayenenin 3'ünü en son 30 TL'ye bağlamıştı da ben çok olmazlandığımdan "Amaan ne halin varsa gör. Ben buraya yazıyım da bunu alırlar senden bir şekilde" diye sitemkâr bir son bakışla iletişimini kesti benimle.

Tuhaflıklar zinciri öyle kolay son bulmayacaktı elbet. Gözaltına alındığım gecenin sabahında bir radyo programına konuk olmam gerekiyordu ama anlaşılan o ki ben olamayacaktım. Radyo programı için yazılan isim benim adımdı ve festival yöneticisi tüm iyi niyetiyle bizim telif ücreti alabilmemiz için ismin değiştirilmeden katılınması konusunda ısrar etmiş tiyatroya. Hal böyle olunca da kız kardeşim radyo programına Orçun olarak katılmayı kabul etmiş. Aslında bu bölümün öyküsünü ondan dinlemek gerekir zira her anlattığında biz gülüyoruz hala. Sunucu tabi Orçun isminde bir genç kadın görünce karşısında şaşkınlığını pek gizleyememiş. Neyse efendim kardeşimin radyo programına katıldığı o anlarda ben nihayet doğru şubeye teslim edilmiş, son adli tıp kontrolünü gerçekleştirmiş ve kimi neden aldıklarını bilen polislerin arabasında mahkemeye doğru gidiyorum. Bizim davetli olduğumuz o radyo açık arabada. Ben de durumdan haberdar olmadığım ve tüm gece adli tıp yollarını ezberlediğim için biraz uykulu biraz huzursuz yolculuğumu sürdürüyorum. Aklımdaki temel soru, öğleden sonra oynanacak oyuna yetişebilecek miyim yoksa oyuncularla ilişkimiz mektup arkadaşlığı boyutuna mı evrilecek? Bu sırada radyo spikeri Yenikapı Tiyatrosunda Orçun Masatçı yanımızda şimdi bize festival hakkındaki düşüncelerini anlatacak demez mi... Polisler önce birbirlerine sonra bana bakarak o zamana kadar hiç görmediğim bıyık ve kaş hareketleriyle meraklarını gidermeye çalışıyorlar. Oysaki benim de kafamda deli sorular. "Ulan ben buradaysam orda olmayı nasıl becerebildim acaba?" Benim duyunca hemen tanıdığım fakat onların yüz hatlarının gençleşmesine vesile olacak gergin hareketlerle anlam veremediği durum, arabayı kullananın yanındaki polis ile dile geldi "kim lan bu radyodaki"

Ben üstüme alınmadım tabi soruyu. Ama ısrarla gözümün içine bakınca ikisi, bilmiyorum anlamında bir dudak hareketi yapsam da karşımdakilerin psikolojilerinde merakla öfkenin bir yer kapma savaşı içinde olduğunu anlayabiliyordum. Sonrasındaki cümleler ikisi tarafından aynı anda bir rabarba şeklinde gerçekleştiğinde bana kalan tek şey gülümsemekti. Arabayı Kurtuluş parkının yanına çektiler bir hışımla. Sağ taraftaki inerek amirini aradı hemen. "Kim di lan?" O sırada Kurutuluş parkında da bir sendikanın basın açıklaması varmış. Bir telaş ki, çağırın Ray Cooney'i daha iyi bir durum komedisi yazmaya keskin zekâsı el vermez. Sam Bobrick yazsa, Severcanlar "Bu ne böyle, ajit-prop" diye burun kıvırır. Maazallah yanılıp oynasalar koskoca Folkart akademi açamaz, İzmir'li genç insanlar tiyatro eğitiminden yoksun kalırlar. Hülasa polisler beni hızlıca nöbetçi mahkemeye çıkardılar. Ne olur ne olmaz bizden çıksın da diye düşünmüş olmaları yüksek ihtimal. Çok ilginçtir jet hızıyla alınan ifademden sonra serbest bırakıldım ve hızlıca oyuna koştum.

O ana kadar mektup arkadaşlığını kesinleştirmiş olan arkadaşlar tam basına ve kamuoyuna diyeceklerken ben, "Bir derdimiz var ki anlatmaya geldik" diye başladım oyuna. İlk defa oyunda onlarca kamera, gazeteci vardı. Bir anda ünlenmiş sandım kendimizi, çaktırmadan fısıldadım arkadaşlara "Hanginiz savaş güzellemesi yaptı?" anlamadılar tabi. Oyun bitti, kalabalık dağıldı. Festival yöneticileri bizi bir çay içmeye götürmek için sordular;

"Orçun nereye gidelim?"

"Bana mı, kardeşime mi soruyorsunuz?"

Gülüşmelerden sonra, "Gecen nasıl geçti?" diye soruyor Aydın Akyazı, O sırada Yüksel caddesinde İnsan hakları heykeli tutuklu değil ve yanındaki çaycıdan Grup Vitamin çalıyor yüksek sesle "Anlamıyorum."