Dizilerin tüm bölümlerinin aynı anda yayına alınmasının sakıncalarından biri de hızlı tüketime neden olması. Bir günde bütün bölümler izleniyor. Hele de mini diziler çabucak bitiveriyor. Bu da üzerinde yeterince durulmasını ve tartışılmasını engelliyor. Tabii bir de bu dizi ve içerik çöplüğünde hemen sonraki vakit geçirme aracına geçme telaşı da var. Zaman kaybetmeyelim, hepsini izlemeye çalışalım. Bu düşünce, bu her şeyi hızla tüketme kaygısı bizi mahvediyor.

Uysallar’ın başına da bu geldi işte. Mart’ın sonunda Netflix kütüphanesinde yerini aldı, bir hafta kadar hararetle (tabii ki ağırlıklı olarak sosyal medya üzerinden) konuşuldu, paylaşıldı. Sonra vın turizm! Esamisi bile okunmaz oldu. Bu acaba bu diziye özgü bir durum muydu bilmem, zira Aşk 101 ve Atiye bile daha çok çene (pardon klavye) yorulmasına sebep olmuştu. TV gündemini Uysallar’dan uzun meşgul eden Bir Başkadır’ı da anımsamak gerek. Haydi, Aşk 101 filan neyse de Uysallar, Bir Başkadır kadar da konuşulmadı. Oysa bu dizi de ülkenin belli bir kesimine ve son yıllarda yaşadığımız tüm sorunlara belirli bir perspektiften bakan ve üzeri azıcık örtülü, absürt olsa da güçlü bir mizahla siyasi, toplumsal yapımızı eleştiren bir yapıya sahip. İki dizinin konu aldığı kesimlerdeki farklılıktan söz edilebilir belki. Bir Başkadır’ın sempatiyle baktığı karakterler, şehrin kıyısında yaşayan, tabir-i caizse varoşlarda yaşayanlardı sonuçta. Uysallar’da ise varoş yok ama varlıkta bir yokluk, zenginlikte bir boşluk var. Varoş değil varoluş krizi var. Neredeyse burjuva diye nitelendirilebilecek bir aile merkezde. Ve tabii bir de üst düzey şirketlerde çalışan beyaz yakalılar…


SAYFANIN TAMAMINA ULAŞMAK İÇİN TIKLAYINIZ


EDEBİYATÇI-SİNEMACI ORTAKLIĞI

Diziyle ilgili öne çıkan unsurların başında, özellikle son dönemde sinemamızda pek alışık olmadığımız bir birliktelik geliyor. Oyuncu-yönetmen Onur Saylak ve yazar Hakan Günday’ın iş birliği, ilginç, özgün örnekler sunarak ilerliyor. Günday’ın Daha (2017) romanını birlikte uyarlamışlardı. Ardından o epey ilginç Şahsiyet (2018) dizisi geldi. Sanırım bu diziyle birlikte ikilinin projeleri de çok daha geniş bir destek alanı buldu. Uysallar ikinci dizi projeleri. Bir de yine Netflix için yaptıkları Nuh Boğuldu adlı filmin çekimleri sürüyor. Aslında bu tür bir ortaklık pek kolay sürdürülmüyor. Edebiyat alanında ürün veren yazarlarla sinemacıların buluşması çoğu kez bir ego alanına dönüyor. Anlaşılan o ki Hakan Günday ve Onur Saylak gerçekten yaratıcı bir iletişim ve belli ki bir tür dostluk hâlindeler. Ortaya çıkan işlerde de bu duygu kendini hissettiriyor.

Bu arada dizi için “Bir Hakan Günday-Onur Saylak fikri” ifadesini kullanmışlar. Buradaki ‘fikir’, ortak yaratımın altını çizmenin yanında ilginç bir çıkış noktası yakaladıklarını vurguluyor. Ama bu da biraz iddialı olmuş. Çünkü dizi genel olarak yeni bir şey anlatmıyor. Sadece yaşamının geldiği noktadan mutsuz olan başkarakter Oktay’ın lise günlerindeki gibi “punk” hayatına dönmesi ve ikili bir yaşam sürmeye başlaması var. Aslında punk kültürünü temel alan hikâye orijinal, zira bizim sinemada temsilleri neredeyse hiç olmayan, 80’lerin kimi filmlerinde ancak bir hiciv ya da kötüleme malzemesi olarak küçümsenen bir alt kültür bu. Müzik akımı olarak başlayan ve giderek anarşizmin kendine has ifade yollarından birine dönüşen, dolayısıyla muktedirleri ziyadesiyle rahatsız eden bu akım, liberalist söylem içinde eriyip bir tür modaya dönüşerek evcilleştirilmiş. Dolayısıyla sistem herkesi yutuyor.

BÜTÜN DERDİMİZ ‘SİSTEM’

Uysallar’ın da derdi geniş planda ‘sistem’le demek mümkün. Yaşama tutunmak için bir amaç arayan bireylerin trajedisi, düzen güçlerinin kurduğu ‘sözde’ güvenli yaşam içinde eriyip gidiyor. Geriye bir boşluk kalıyor. Ya da hiçlik. Dizinin başlarında bu tükenmişlik duygusunu yalnızca Oktay’ın yaşadığını zannediyoruz, oysa hikâye açıldıkça, Uysallar ailesinin her bir üyesi bir tür varoluş krizinin içinde resmediliyor. Anlaşılıyor ki Oktay’ın kaçmak istediği hayattan kimse memnun değil. İşin kötüsü, en büyük sorunları da iletişimsizlik. Dizinin olay örgüsünü inşa ederken başvurduğu yöntemlerden biri de bu. Bireyler arasındaki çatışmada somut bir cisim gibi varlığını hissettiğimiz bu boşlukta, dışından başka konuşan, içinden bağıran, çığlık atan karakterler var. Günümüz toplumuna dair eleştirisinin gerçeklikle en çok örtüştüğü alan da burası. Tabii bu konular, özellikle bağımsız Amerikan sineması ve Batı Avrupa filmlerinde defalarca işlendi. Hâlâ aynı çukurda debeleniyoruz yani. Ya da belki de 2000 sonrası neo-liberal politikalar sayesinde yeni zengin sınıflara merhaba diyen ülkemiz bu ‘boşluk içinde yüzen kentli sınıf’la daha yeni yeni yüzleşiyor.

Uysallar, şükür ki bundan ibaret değil. Hakan Günday birbirine güçlü eklemlenen olay örgüleri kurmakta maharetli ve bunu sinemasal anlatıya da taşımış. Dizi böyle bir aile tasviri nezdinde devletin durumuna, toplumsal yapıya da bakıyor. (Ağırlıklı olarak üst sınıflar üzerinden tabii.) Kimi simgesel unsurlara başvurarak ülke yönetimine ait sıkıntıları da alt metinde işliyor. Hapishane imgesi bu anlamda metnin merkezine yerleşen bir metafor. Avrupa’nın en büyük hapishane projesini yapmak için bakanlıktan gönderilen Berhudar Bey’in yönetiminde Oktay bir proje hazırlıyor. Böylece yaşamın ve kişinin kendisinin kocaman bir hapishane olduğu fikri, bölümler içinde çeşitlemelerle sunuluyor. Karakterlerin başlarına gelenlerle ilgili kendilerini suçlamaları ve eylemsizlik hâlinde kalarak kendilerini bir hücreye kapattıkları da söylenebilir. Dizinin finali bu noktaya açıkça gönderme yapan bir sahneye sahip.

OTORİTE, AİLE, TEMSİL MESELESİ

Berhudar karakteri devleti temsil eden, bir bakıma onun işleyişine ilişkin söz söyleyen bir yapıya sahip. Öte yandan bu karakter, nokta atışı bir gönderme olmaması için biraz muğlak bırakılmış, finale doğru karakterin ailesini kaybettiği için bu kadar delimsirek davrandığının ortaya çıkmasıyla da bir ölçüde yumuşatılmış. Fakat yine de sağı solu belli olmayan, boşa zaman harcayan ve harcatan, giderler konusunda maşallah müsrif ve baba otoritesiyle herkese kol kanat germeye çalışan, uygun gördüğünde de tehlikeli hâle gelen bir tipleme olarak, anlayana yeterli mesajı veriyor. Haluk Bilginer’in biraz denetimsiz, çılgın oyunu bu karakterin mesajıyla kimi kesimleri rahatsız etmesini de önlemiş olabilir.

Uysallar bir de kadınların temsiliyle ilgili eleştiri aldı. Özellikle dördüncü bölümdeki taciz konusu epey dikkat çekici. Dizinin kadın karakterlerine baktığımızda, erkekler tarafından kullanılan, sindirilmiş ya da boş verilmiş tipler görüyoruz. Hayallerine erkekler yüzünden ulaşamayan kişiler… Oktay’ın kızı Ece vasıtasıyla bir yerde oldukça belirgin biçimde eleştiriliyor ve bunun sorumlusunun kendileri olduğunun altı çiziliyor. Belki de asıl sorun yaratan kısım burası olmalıydı. Zira iş hayatındaki taciz, var olan durumu anlatmayı hedefliyor gibi. Oysa rezil erkeklerle ilişkisini bitiremeyen kadınların sorumlusu sadece kendi iradeleri mi? Uysallar bu noktada bu kirli düzenin dehlizlerine pek girmiyor, açıkça suçlamıyor ama cinsiyet belirtmeksizin yaşadığımız hayattan kendi iradesizliğimiz yüzünden kurtulamıyoruz demeye çalışıyor. Galiba dizinin söylemek istediği yegâne şey de bu.

Bu arada yerimiz kalmadı ama finali pek beğenmediğimi belirtmeden geçmeyeyim. Uygun bir çözüm sahnesi olsa da biraz zorlama ve genel yapının inandırıcılığından uzak. Bununla birlikte biçimsel özelliklerine, sinematografisine, müziklerine ayrıca değinmek gerek aslında. Teknik ve artistik olarak son yıllarda yapılan en iyi çalışmalardan biri. Saylak ve Günday ikilisi gerçekten görsel üretim açısından umut vadediyorlar. İçerik olarak da çok daha derin ve incelikli işler yapacaklarını düşünüyorum. Uysallar daha uzun bir inceleme ve tartışmayla ele alınmalı, hemen tüketilip geçilecek işlerden değil. Toplumu ayrıştıran her kesimin de kendine dönüp bir bakmasında fayda var. Yoksa Uysal ailesi ve türevlerinden ve bu boğucu sistemi besleyenlerden kurtulmamız çok zor.


BİR DE DİSNEY ÇIKTI BU DİJİTAL PLATFORM ÇILGINLIĞINDA

Dört tarafımız, köşe bucak dijital platformlarla sarılmış durumda. Ki hâlihazırda izlediğimiz ‘streaming’ platformları yetme(z)miş gibi yenileri gelip duruyor. Dünya çapında yayın yapıp bizim piyasaya henüz girmemişler de cabası. İşte onlardan biri, Netflix’e büyük bir rakip olacağı söylenen Disney+, bu ay dolaşıma soktuğu reklamlarla hızını artırdı, ülkemizden gelecek üyelerin iştahını kabartmak için tanıtım fiyatı adı altında bir kampanyayla keseleri de memnun ederek kendine bağlamak istiyor. 14 Haziran’da aktif izlemeye açılacak Disney+’nın bünyesinde bulunan büyük yapım şirketleri, beraberinde dünya çapında ses getiren, eğlence sektörünün en gösterişli film ve içeriklerine sahip. İşin içinde Disney, Lucas Film, Marvel Studios, Pixar, National Geograpic gibi dev şirketler olunca geniş kitlelere hitap etme konusunda bu platform oldukça iddialı bir hâle geliyor. Türkiye’deki eğlence tüketicileri de merak ve heyecanla 14 Haziran’ı bekliyor. Böylelikle sinemaseverler için pek çok görkemli filme ulaşmak mümkün olacak.

Star Wars serisi ve sonradan bu külliyata eklenen The Mandalorian, Obi-Wan Kenobi gibi diziler, The Simpsons, The Walking Dead, How I Met Your Mother gibi çok sevilen seriler, Enkanto, Luka, Soul gibi animasyonlar, Marvel sinematek evrenine bağlı o bitmek bilmez filmler karşımıza çıkacak. Şirket ayrıca bu yıl gösterime giren ve büyük ses getiren Bergen gibi Türk filmlerinin de gösterim haklarını almış.

Disney kuşkusuz Netflix’e ciddi bir rakip olacak. Neredeyse yüz yıllık bir yapım şirketi olmanın getirdiği tarifsiz bir kurumsallık birikimi de mevcut. (Tabii bu bir yandan olumsuz da bir şey aslında, film üretimi açısından küçük, bağımsız ve yaratıcı isim ve süreçleri engelleyen bir sürü uygulamanın da kurumsallık adı altında sürdürülmesini sağlıyor. Daha çok para neredeyse ve nasıl üretilecekse sistem oraya yönleniyor çünkü.) İnternet dünyasının getirdiği yaygın dolaşım heyecanını fırsat bilen bu birikim umarım nitelikli yeni filmlerin üretilmesini sağlar. Disney, Netflix’in Türkiye özelinde pek başaramadığı özgün proje açığını iyi değerlendirir ve özellikle sinema adına gerçekleştirilebilecek yaratıcı, farklı işlere dilerim destek verir. Özellikle son yıllarda TRT’nin yönlendirdiği animasyon sinemamızın sıkıştığı dar kalıpları kırmada Disney’in yüz yıllık deneyimleri acaba yol gösterir mi? Bunu da herhâlde zaman gösterecek.