CEREN KARADAĞLI- Karlıdağ'Dizilere, filmlere konu olan ‘batakhane’ benzeri ve bir şekilde bu batakhaneye ‘düşmüş’ acılı kadın imgeleri ile betimlenen pavyonların bir de görünmeyen yüzü var. Madalyonun diğer tarafını çevirdiğimizde eğitim masraflarını karşılamak için konsomatrislik yapan, okulları bittiğinde muhtemelen çok saygın mesleklere sahip olacak olan üniversite öğrencisi kadınları görüyoruz.

Amacımız, tercih ettikleri bu işi ‘etik’ ya da ‘toplumsal ahlak’ çerçevesine sıkıştırıp konuyu magazinsel bir malzemeye dönüştürmek değil elbette… Amacımız, ‘geçinemiyoruz’ diyen üniversite öğrencilerinin hangi sosyalizasyonlar sonucu oluşan rıza inşası ile gönüllü olarak da olsa pavyonda çalışmayı tercih ettiklerini incelemek.

İzmir’de bir devlet üniversitesinde hemşirelik okuyan Gonca ile konuşuyoruz ilk olarak. 23 yaşındaki Gonca ile tanışmam da gayet ‘öğrenci ortamı’ diyebileceğimiz bir ortamda oluyor. Üniversiteyi kazandığı ilk senelerde konsomatrislik yaptığını öğrenince hikâyesini anlatmasını istiyorum. Bu işi nasıl bulduğundan bahsederek başlıyor söze:“Okul yolunun çevrelerinde iş ilanları asılı olurdu eskiden. ‘Dolgun ücret, 7 saat çalışma, garsonluk’ yazılı ilanlar. O dönem yurtta kalıyordum, sosyal çevrem yoktu, para kazanmam gerekiyordu. Bu ilanı aradım. Karşıyaka’da bir mekâna gittim. Kapıdan girer girmez kadınlardan biri ‘Allah yardımcın olsun’ dedi. Ben ise safça ‘garsonluk ne kadar zor olabilir ki, niye bu kadın böyle konuştu’ diye düşündüm. Meğerse kadın konsomatrismiş. Ben patronla anlaştım ve gerçekten garsonluk yapmaya başladım. İlk dönemler kadınların bu işi yapmasını yadırgıyordum ama garsonluk işi için bile diğer mekânlardan fazla para veriyorlardı. Sonra algılarınız değişiyor tabii.”

Gonca’nın “Algılarınız değişiyor” dediği şey gözün alışması. Garsonluk yaptığı süre boyunca ortama alıştığını söyleyen Gonca, “Ben de konsomatrislik yapmaya karar verdim. Neden sadece oturarak ve biraz sohbet ederek daha fazla para kazanmayım ki diye düşündüm” diyor. Gonca’nın bu işi tercih etmesindeki en önemli etken ücretin yanı sıra iş saatleri olmuş. Gündüz derslere akşam da işe gidebileceğini düşünen Gonca, hayal ettiği planlamayı yapamamış:“Gece çok yoğun çalışıyorsun, sürekli yüksek sese maruz kalıyorsun. Gündüz de uyumak istiyorsun. Önce yurttan atıldım gece geç girdiğim için. Sonra okulda devamsızlığım arttı. Bu iş yüzünden erkek arkadaşımdan ayrılmak zorunda kaldım. Çünkü her gece bir yalan uydurmak zorundaydım. Bir şekilde şüphe duyup öğreneceğine ayrılmayı tercih ettim. Çünkü öğrense beni kafasında ‘kötü kadın’ olarak tanımlayacaktı. Okulum uzadı… Hala bitiremedim ama şuanda bu işi yapmıyorum.”

Gonca, ‘abonelik’ denilen bir sistemden ve bu şekilde başka mekânlarda çalıştığından bahsediyor. ‘Abone’nin işinin içeriğini öğrenince, filmlerden tanıdığımız şöhreti pek de iyi olmayan bir mesleğe çok benzediğini anlıyoruz:“Abone, sizin çalıştığınız mekânla anlaşmalı servis şoförü gibi bir şey. Bizi o eve bırakıyor gece. Ama abone başka mekânla anlaşırsa bize ‘siz de gelin, parası daha iyi’ diyor ve mekân değiştiriyoruz. Abone hem bizden ücret alıyor hem de taşıdığı kız sayısı kadar mekân sahibinden ücret alıyor.”

Gonca en çok tuvalette saklanmak zorunda olduğu anları unutamamış. Bunun sebebi polis ve jandarma baskınları:“Bu mekânlar devlet denetiminde. Doğal olarak çalıştırdıkları kadınların kimlik bilgisi vs. polis kayıtlarında olmak zorunda. Biz öğrenci olduğumuz için böyle bir kaydımızın oluşmasını istemiyorduk. Polis veya jandarma geldiğinde tuvalete saklanıyorduk.”

“Ailen bir şekilde bu süreci öğrense ne tepki verir?” diye soruyorum, “İzmir’den tabutumu kaldırırsınız” diyor. Tanıdık biri ile karşılaşma ihtimali de çalıştığı dönem en büyük korkusu olmuş:“İş sonrasında asla müşterilerle görüşmüyordum. Zaten bu tür mekânlarda öyle şeyler yasak. Onun dışında da sosyal yaşamımda gittiğim yerlere çok dikkat ediyorum ki onlardan biriyle karşılaşmayayım. Erkeklere olan güvenim çok sarsıldı. Çünkü bu mekânlara evli adamlar çok gelir. Hala hayatıma birini alamıyorum.”

Çok sayıda öğrencinin ekonomik sebeplerle bu işe yöneldiğini söyleyen Gonca, “Öğrencilerin hepsi mezun olduktan sonra bu işi bırakmayı düşünerek giriyor. Benim birçok arkadaşım mezun olduktan sonra bıraktı. Parası çok iyi de olsa kimseye tavsiye etmiyorum. Sıcak ve rahat kazanılan para her zaman daha tatlıdır. O yüzden bırakmak zorlaşıyor. Ayrıca okulu da olumsuz etkiliyor” diyor.

Gonca’ya konuşabileceğim başka arkadaşları olup olmadığını sorduğumda, “Bir erkek arkadaşını al mekâna git, bir içki söyle mutlaka öğrenci bulursun” diyor.

Sohbetten bir hafta sonra, Karşıyaka’da bulunan mekâna gitmek için yola koyuluyorum. Gonca’nın dediği gibi yanımda bir erkek arkadaşımı da götürüyorum. Kapıdaki görevliler “Kusura bakmayın, kadın müşteri alamıyoruz. Daha önce çok sorun çıktı. Müşteri olarak gelen kadınlar erkek müşterilere ‘iş atınca’ hem yanındaki erkek hem de bizim çalışan kızlarla kavga ettiler. Hem yanlış anlamayın ama buralar size göre değil. Sahildeki düzgün mekânlara gidin” diyor.

Görevlileri hiçbir sorun çıkmayacağı konusunda ikna ettikten sonra zor bela içeri giriyoruz. Önce tek tek tüm kadınlar gelip selam veriyor hem bana hem yanımdaki erkek arkadaşıma. İnanılmaz gürültülü, loş ışıklı ve sıkış tıkış bir mekân. Bu kadar gürültülü olmasının sebebi ise iletişim kurmanın güçleşmesi sonucu sohbeti bitirmek istemeyen müşteriyi daha fazla içki ısmarlatmaya mecbur bırakmak.

Hem müşteri erkekler hem de konsomatris kadınlar şaşkınlıkla bize bakıyorlar. Müşterilerin çoğu orta yaş ve üstü, kendinden emin duran fakat belli ki bu kendinden eminliğin altında bambaşka bir eziklik hisseden tipler. Masalarındaki alkollü içki ve kadın sayısına göre kendinden emin görünümleri artıyor ya da azalıyor…

Garson olarak çalışan kadınlar boğazlarına kadar ilikli ve tek tip gömlekler giymişler. Onların konsomatris olmadığı ne kadar aşikâr ise diğer kadınların makyajları ve kıyafetleri de bir o kadar abartılı.

İlk konuştuğumuz kadın, bir devlet üniversitesinde tekstil mühendisliği okuyor. Yaklaşık 10 gündür bu işi yaptığını söylüyor. Garson, yanımdaki erkek arkadaşa ‘bayana bir şey ısmarlar mısınız?’ diye soruyor. ‘Büyük’ getir diyor arkadaşım ve uzun bir bardağın içinde ‘meyve suyu’ geliyor. Bardağa iki lastik geçirilmiş. Bunun adı ‘bilezik’. Gece boyu topladıkları bileziklere göre prim aldıklarını, büyük bardağa iki, küçük bardağa bir bilezik takıldığını öğreniyorum. İsminin Leyla olduğunu söyleyen kadından şu cevapları alıyorum: “Annemle beraber yaşıyorum. Masraflarımız çok arttı. Son krizden sonra geçinememeye başladık. Yıllar önce kuzenim burada çalışıyordu. O da öğrenciydi. Ben de onun tavsiyesiyle bu mekânda çalışmaya başladım. Burada sarkıntılık, elleme, taciz gibi şeyler olmuyor. Bu bileziklerin prim oranı 10 lira. Günlük 100 TL + prim alıyorum yani. Bazı mekânlarda günlük 500 TL falan alanlar oluyor ama oralarda müşteri ne derse yapmak zorundasın. O yüzden öğrenciler öyle yerleri tercih etmiyorlar. Annem ise bir barda garsonluk yaptığımı zannediyor. Duysa yıkılır herhalde…” “Seni en çok etkileyen şey ne oluyor?” diye soruyorum. Bazı erkeklerin tamamen kendi egolarını tatmin etmek için geldiğini söylüyor ve ön masamızdaki erkeği işaret ediyor. 45 yaşlarında, iri yarı, saçlarının bir kısmına aklar düşmüş ve muhtemelen çocukluktan geçirdiği hastalık nedeniyle yüzünde suçiçeği izine benzer izler bulunan bir adam… Leyla, kulağıma eğiliyor ve anlatmaya devam ediyor:“Bu adamla oturdum geçen gün. Sözde beş tane sevgilisi varmış. Önce bana ‘komünizmle kapitalizm arasındaki farkı biliyor musun?’ diye sordu. Tam cevap verecekken ‘aman sen nereden bileceksin ki’ dedi. Sonra ‘altınla tenekenin arkasındaki farkı biliyor musun?’ diye sordu. Yine cevap vermemi beklemeden ‘burada çalışan kadın bunları nereden bilsin’ dedi. Dayanamadım, ‘sen türev ve integral problemleri çözebilir misin, ben çözerim’ dedim. İçkimi bitirip kalktım. O günden sonra beni hiç çağırmadı.”

Leyla, çalıştığı ilk günlerden birinde çocukluk arkadaşlarının mekâna geldiğini ve onları gördüğünde hissettiği duyguyu anlatıyor:“Ben, arkadaşlarımın buralara geldiğini bilmezdim. Ama kadınsanız eğer onlar değil siz suçlu oluyorsunuz. Onları görünce ne yapacağımı bilemedim. Masalarına gittim. Sonra dışarı çıktık, konuştuk. Bana çok kızdılar. Ben de ‘kira paramızı siz mi ödeyeceksiniz, çalışmak zorundayım’ dedim. Benim için çok zor bir andı.”

Leyla, önündeki içkiyi yani alkol görünümlü meyve suyunu bitirir bitirmez kalkıyor. Çünkü içkisi bittikten sonra eğer garsona yenisini sipariş etmiyorsanız masada oturmaya devam etmesi yasak. 

Ardından, başka bir kadın geliyor. Kocaman kahverengi gözleri şaşkınlıkla açılmış… “Sizin ne işiniz var burada?” diyor. İsmi Gökçe. İki yıllık seramik tasarım mezunu. DGS sınavına hazırlanıyor ve dört yıllık bir bölüm okumak istiyor, boş zamanlarında ise İngilizce kursuna gittiğini söylüyor. Gökçe, daha ben sormadan anlatmaya başlıyor: “Mezun olduktan sonra bir sürü yere iş başvurusunda bulundum. Kendi işimi yapmayı çok istiyordum. Fakat kimse geri dönüş yapmadı. Burayı internette bir iş ilanında buldum. İlk başta karşılama hostesi gibi bir iş sandım. Bir geldim bambaşka bir ortam. İki-üç aydır çalışıyorum ama hala alışamadım. Şartları hoşuma gitti, kimse zorla bir şey yapamıyor. O yüzden kalıp çalışmak istedim. Ailem şehir dışında olduğu için personel evinde kalıyorum, başka kadınlarla beraber.”

Gökçe yaptığı işi ‘açık giyinen psikolog’ olarak tanımlıyor: “Buraya avukat, doktor, mühendis de geliyor tamirci de geliyor. Aslında çok saygın işler yapıyorlar ama hepsinin içine attığı travmaları var bence. Kimseye anlatamıyorlar gelip burada bize anlatıyorlar. İnsanlar böyle yerleri hep televizyondan izlediği için çalışan herkesi fuhuş yapıyor sanıyor. Toplum çok önyargılı.”

Ailesine ve yakın çevresine lüks bir restoranda karşılama görevlisi olarak çalıştığını söyleyen Gökçe, “Bir erkek arkadaşım vardı. Gece geç saate eve dönmemden şüpheleniyordu. Çalıştığımı söylediğim lüks restorana gitmiş. Beni bulamayınca iyice şüphelenmiş ve takip etmiş. Mekânın kapısına kadar gelmiş. Sonra da benden ayrıldı. Ben de inkâr etmedim, ama bir kafede garsonluk yapsam nasıl geçineceğim? Tek amacım hemen sınavı kazanıp okulu tamamlamak. Sonra kendi işimi yapmak istiyorum” diyor.

Anaokulu öğretmenliği okuyan Derya da annesine aynı yalanı söylemiş. “Lüks bir restoranda karşılama görevlisi olarak çalıştığımı sanıyor” diyor ve ekliyor: “Gerçeği öğrense çok üzülür.”

Derya ayda 15 gün çalıştığını çünkü gündüz dersleri kaçırmak istemediğini söylüyor. “İki farklı hayat yaşıyor gibi hissediyor musun?” diye soruyorum, şu cevabı veriyor: “Az önce tuvalette ağladım. Çünkü mekâna geldiğimde modum çok düşük oluyor. Fakat evi ben geçindiriyorum. Ananem yardım ediyordu önceden ama o da krizden sonra yardım edemez oldu. Haziran’da mezun olacağım ve hemen kendi işimi yapacağım. Buraya gelen adamlar dışarıda yüzüne bakmayacağımız tipler. Sence buradaki herhangi bir kadınla normal şartlarda oturup konuşabilirler mi? Onların bir kadınla oturup sohbet edebileceği tek yer bence burası. Çünkü işin içine para giriyor ve 15 dakika boyunca onları övecek, yüzüne gülecek kadınlara muhtaçlar. Yolda görsen dede diyeceğin tipler bile geliyor.”

Derya için en zoru da yaş olarak uyuşamadığı insanlarla sohbet etmek zorunda kalmak: “Gençler geldiğinde konuşacak bir şeyler buluyorsun ama çok yaşlı biri geldiğinde ne diyeceğimi bilemiyorum. Evli, öğrenci, işsiz bütün kadınların da ekonomik sorunlar karşısında aklına gelen ilk mekân burası.”

Artık kalkmaya hazırlanırken başka bir kadın yanımıza oturuyor.  Söyledikleri, Derya’nın dediklerini destekler türden. “Beni kimse çağırmadı ben kendim geldim” diyen kadın, 30’lu yaşlarda gösteriyor. “Buraya beni eşim getiriyor” diyerek hemen sohbete başlıyor ve devam ediyor: “Kusura bakmayın, tipiniz, giyinişiniz falan biraz yakın hissettim kendime. Hemen oturdum öyle.”

İsmi Filiz olan kadınının üniversite mezunu olduğunu ve İngilizce çevirmenlik yaptığını öğreniyoruz. Kısacak sohbetimizde, bahsettiği şeyler şunlar: “Eşimle bir dükkân açtık. Yaklaşık üç ay önce de iflas ettik. Kriz bizi batırdı. Bir sürü borcumuz var. En rahat para kazanacağım yer burasıydı. Mecbur çalışmaya başladım. Burada istemediğim hiçbir şey olmadığı için eşim sorun etmiyor.”

Hangi üniversiteden mezun olduğunu sorunca, İzmir’de FETÖ gerekçesi ile kapatılan bir özel okulu bitirdiğini söylüyor ve gülerek ekliyor: “Ama ben FETÖ’cü değilim. Geziciyim. Gezi’den dava açıldı bana. Hani 150 kişi falan gözaltına alınmıştı ya olaylar olduğunda, o zaman beni de aldılar. Birkaç gün gözaltında kaldım. Dava devam ediyor. Avukat para cezası çıkabilir dedi. Para cezası çıkmasın ama ya… Zaten borçları kapatmak için burada çalışıyorum bir de onun için burada çalışmak zorunda kalmayayım.”

Bir solukta içini döktükten sonra masadan kalkıyor. Onun kalkmasıyla birlikte biz de mekândan ayrılıyoruz. Gürültülü ortamdan sessizliğe adım attığım an, soğuk havanın keskinliği ile birlikte Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Türkiye Gençlik Zirvesi’nde sarf ettiği şu sözler yüzüme çarpıyor sanki:“Gençlerimizde şöyle bir anlayış var. Gerçeği söylemem lazım. İlla burs… Niye burs? Bursun geri ödemesi yok. Be evladım, kredi aldığın zaman faizsiz iş bulmadan da değil. İş bulduktan sonra çok basit taksitlerle ödüyorsun. Bu seni bedavacılığa da alıştırmıyor. Bu milletin gençlerine bu yakışır.”

AHVALNEWS

Editör: Haber Merkezi