Sonu gelmeyen cümle… Yaprağı dökülmek bilmeyen ağaç… Karartılamayan ışık… Söylenmemiş en güzel söz…

Sonu gelmeyen cümle… Yaprağı dökülmek bilmeyen ağaç… Karartılamayan ışık… Söylenmemiş en güzel söz… Gidilmemiş en uzak ve en güzel köy…

Yani tükenmeyen; yani güzele en yakışan…

Elmanın yarısı onlarınsa, hayatın yarısı da onların hakkı söylenceleri içerisinde yendi hakları hep; elmanın diğer yarısı gibi… Oysa yarısını hak ettikleri şu hayatı bile yine erkekleri için emek vererek yaşıyorlardı; ekmek kokulu sabahlardaki anne şefkatlerinde, yorgun akşamların leğen dinlencelerinde… Yani biz (erkekler) dinlenirken onlar yoruldular hep, yorulmak bilmeyen sevdalarıyla… Biz doyarken aç kaldılar hep; tencere dibi sıyıran şevkatleriyle… Biz otururken ayakta kaldılar hep; ayağa kalkılası saygınlıklarıyla… Ve bizim ellerimiz kalkarken ( lafım üstüne alınanlara) boyunları eğildi; bir saka kuşu ürkeklikleriyle… Ya güçsüzlüklerinden idi susuşları ya da tanrı kapılarından geçirdikleri itaatlerinden… Sanki tanrı erkekti ve kadınlar bu hayatta deplasmandaydı… Ya da ne tanrı erkekti ne de deplasmanda oluştandı bu suskuları… Bu onların hayata karşı bir duruş biçimiydi; onurlu ve sadık bir öykünün kahramanları gibi, dimdik…

Varlıklarını, hiçsizliğimizden olsa gerek, hiçe saydığımız kadınlardı yine bizleri var eden… Soğuk gecelerde yorgan sırnaşmasında içimizi ısıtan, anlamsız mekânlarımızı Babil’in asma bahçesine çeviren yine onlardı… Yine onlardı “Jan Dark” cesaretleriyle bize güç veren, dik kalmamızı sağlayan… Ağlayışlarımızı gizlediğimizde gözümüze batan çöp yine onlardı… Onlardı bu hayatı yaşanılası kılan… Ve bizdik onlara bu hayatı çekilmez kılan, dar paslaşmalarda yaşamalarına sebep olan… Bizlerdik; yağmur kokulu gözyaşlarını çamurlu sellere çeviren… Ve bizlerdik; onları gencecik yaşlarında, atan kalpleriyle; kalpsizce toprağa gömercesine törelere kurban eden… Oysa insanı yok eden değil, sevgiyle tutuşan insansı töreleri de , geleneği de bizlere öğreten onlardı bütün bu toprakları var eden isimleri gibi ; ANAdolu….

Neyin neye ispatı, neyin neye kabul edilmesi çabasıydı bilinmez ama onların hayata bizden daha çok sarılışlarından, yakıştıklarından olsa gerekti tüm güzelliklerin toplamı olan şu hayata “Doğa ANA” denişi… Ondan olsa gerek hayata ilk göz açışımızı onların kucağında bambaşka bir suskuyla yapışımız… İlk sözcük kekelememizde çıkan “ anne” huzuru… Cennetin anaların ayakları altında olduğuna olan inancımız… Ve birinden kaçarken yine huzuru diğerinde buluşumuz bundandı…

Bir resim çerçevesiz ne kadar yalınsa, bir şarkı ritimsiz ne kadar ağır aksaksa, bir yağmur gök gürültüsüz ne kadar sessizse, bir sonbahar yapraksız ne kadar çıplaksa, bir çocuk ağlamadan ne kadar çocuksa, bir yol; toprağı olmadan ne kadar betonsa o kadar donuk ve içeriksiz, içsiz olurdu hayatımız ‘KADIN’sız… yaniyarsız… yani anasız..!