“Kadın” olmak…

“Kadın Karakter” olmak…

“Öteki” olmak…

“Öteki Kadın Karakter” olmak…

İşte bütün mesele bu! Çağların, tarihlerin, anlatıların içinde saklanmış, kendisine destanlar, masallar, şiirler yazılmış, tüm bu sanatların süslü sözlerinin içinde öykünülen, hayran olunan, kendisi için savaşılan kadın, oysaki hep birilerinin diğeri olma hadisesi içinde sıkışıp kalmıştır; zamanlar boyunca…

Kadına âşık olunmuş… Kadına hüküm verilmiş… Kadına değer biçilmiş… Kadına tapınılmış… Kadına küfredilmiş… Kadına ana, sevgili, yar denilmiş… Kadın yüceltilmiş… Kimi zaman bir soylunun yanındaki hanımefendi, kimi zaman bir soytarının arkasındaki gölge, kimi zamansa hüküm süren erkeğin bekleyeni olan kadın çizilmiş, yazılmış, resmedilmiş, anlatılmıştır. Peki ya yazan, çizen, resmeden, anlatan, hükmeden kadınlar? Olan, var olan, var olmuş ve olmaya devam edecek olanlar… Peki, yüzyıllar içinde kadın tiyatroda nasıl var olmuştur? Rahibelerden kurulu kadın korolarında, kadın karakterler erkekler tarafından oynandığında, eğlence aracı olarak görüldüklerinden açık saçık pantomimlerde kullanılarak, kadın oldukları için sahneye çıkmaları yasaklanarak ve yine kadın oldukları için rollerine bürünüp sahneye adım atarak, yazabilmek uğruna erkek isimleri kullanıp kimliklerini saklayarak, kadınlar tiyatroda hep var olmuştur!

Ya masallar da?

Pamuk prenses cücelerinden biriyle evlendirilecek mi masalın sonunda?

Külkedisi üvey evlat kabul edildiği aile fertleri tarafından seks işçisi olarak fişlenip, ayakkabısını tüm gece kaldığı sokaklarda unutup bulabilecek mi?

Kırmızı başlıklı kız dövüldüğü için artık hiç konuşamayacak mı?

Rapunzel ise saçlarını tamamen kazıyacak hiç kuşkusuz… Çünkü kapatıldığı yerlerde muhtemelen hiç pencere yok… Ve onu kurtarmaya gelecek prens ise henüz hiç doğmamış!

Masal ya…

İşte bütün mesele bu! Yüzyılların içinde, zaman zaman içinde masalları değiştirmek belki de! Sözlü geleneğin yazılı geleneğe dönüşümünde, yazılı metinlerde atmosferi yaratırken kadına, kadının gerçek ötekileştirilmesine gerçeklikle bakmak! Kendi yaşamlarımızı tek gerçek kabul etmeyip, ucuz otellerde yitip giden kadınları, çocukluğu bir erkeğin koynunda unutturulan küçük gelinleri, unutulmuş travestileri, tiyatro sahnesinde kaybedenler olarak göstermeyi unutmalıyız belki de!

Kadriye’yi, Mevdude Refik’i, Afife Jale’yi, Bedia Muvahhit’i, zamanlar içinde sahneye çıkabilmek uğruna aldıkları vesikaları hatırlamalı, hatırlatmalıyız!