Yaşam, çoğu zaman bize muzipçe dil çıkarır, dalga geçer.

Biz de yaşamla dalga geçmeyi bilemediğimizde onun elinde bir soytarıya dönüşürüz. Sorun, dizginlerin kimin elinde olduğu ile bağlantılıdır.

 Âşık Veysel’in dediği gibi “uzun ince” yürünen bu yolda, yürüdüğümüzden öte nasıl yürüdüğümüz önemli değil midir? Yine sinemamızın mihenk taşlarından Yılmaz Güney’in dediği gibi “herkes kendi hayatının başrolünü oynar” mı?  Sorulması gereken soruyu öncelikle kendimize sormak gerekiyor. Uzun ince bu yolda yürürken, kendi hayatımızın başrolünü oynayabiliyor muyuz?

Yoksa rüzgâra kapılıp, değerlerimizi günlük hale mi getiriyoruz? Evet, herhalde öyle oluyor. Sadece bireyler mi? Tabii ki hayır! Toplumu yönlendiren devlet aygıtını idare edenler, yani toplumu tasarlayanlarda da durumun çok farklı olduğunu düşünmüyorum.

Yakın tarihimizde bu konuda birçok örnekler bulunmaktadır. Kimin kahraman, kimin hain ya da işbirlikçi olduğu döneme göre değişmektedir. Dönemin Başbakanı Adnan Menderes, İmralı’ya idam edilmeye götürülürken hain, idamdan bir süre sonra ise kahraman olmamış mıdır?

Örneğin Nazım Hikmet, vatan haini olarak ülkeden kovulmuş, bir süre sonra durum değişmemiş midir? Günlük politik ihtiyaçlarımız, değer yargılarımızı belirleyebilmektedir. Dün vatan haini ilan ettiklerimizin isimlerini, bir süre sonra meydanlara, caddelere veya üniversitelere verebiliriz.

Yaşadığımız kentin meydan, cadde, sokak isimleri hiç dikkatiniz çekti mi? Örneğin İzmir’in birçok caddesine paşa isimleri verilmiştir. Bunlardan biri de Talat Paşa ismidir. Bu caddede yürürken tarihle yüzleşebilir miyiz? Hiç sanmıyorum! Tabularımız günlük politik ihtiyaçlarımız buna izin vermez. Tozlu raflardaki kitapların, sararmış yapraklarını karıştırmak kolay değildir. O kitapların içinde Talat Paşa’nın anılarını okumak kolay değildir.

Amerikan Büyükelçisi Morgenthau’dan katledilen Osmanlı Ermenilerinin sigorta poliçeleri parasını isteme yüzsüzlüğü ile yüzleşmek kolay değildir. Ya da Dâhiliye Nazırı olan Talat Paşa’mızın, Tokatlıyan Oteli’nde, gece yarısına kadar hiçbir şey olmamış gibi kâğıt oynadığı Ermeni Siyasetçi Kirkor Zohrab’ı hafiyelere teslim edip ölüm yolculuğuna göndermesiyle yüzleşmek kolay değildir.

Telgrafhanenin loş ışıkları arasında mors alfabesi ile tarihe kara bir leke olacak şu satırlar yazılırken, masanın üzerindeki takvim 15 Eylül 1915’i gösteriyordu. Telgrafın altında dönemin Dahiliye Nazırı Talat’ın imzası kadar metin daha da önemlidir. O karanlık satırlara beraber göz atalım; “ Önce, hükümetin, Cemiyetin emriyle, Osmanlı’da yaşayan tüm Ermenilerin toptan imhasına karar vermiş olduğunu bildiririm. Bu emre ve karara karşı duranlar İmparatorluğun resmi kadrosu dahilinde kalamayacaklardır. Mevcudiyetlerine bir son verilmeli; her türlü önlem alınmalı ve yaşa, cinsiyetine bakılmamalı, vicdani tereddüde yer verilmemelidir.” Dahiliye Nazırı Talat imzalı bu ve diğer telgraf satırları belge olarak 29 Mayıs 1922’ de Londra Daily Telegraph’da Mark  Ward’ın risalesinde paylaşılır. 

İstiklalin önemli kadın yazarlarından, sivil olmasına rağmen rütbeli Halide Edip ve beraberindeki Osmanlı aydınların yardımlarıyla sürgünden kurtarılan Ermeni Müzisyen Gomidas Vartabed’in yaşadıklarından sonra çıldırması ile yüzleşmek hiç de kolay değildir.

Balkan Savaşının en karanlık günlerinde “Edirne gidiyor din gidiyor vatan gidiyor!” propagandalarıyla 23 Ocak 1913 günü Babıâli’yi basan bugün ki deyimle darbeciliği ile yüzleşmek kolay değildir. Harbiye Nazırı Enver ve Cemal Paşalarla birlikte Almanların yanında Birinci Paylaşım Savaşına ülkemizi sokması ve sonucunda milyonlarca vatan evladını kırdırmasıyla yüzleşmek kolay değildir. Yaşanan felaketlerin hesabını veremediği için Almanya’ya kaçmasıyla yüzleşmek hiç de kolay değildir.

Talatpaşa Bulvarı’nda yürürken, Birinci Dünya Savaşında yitirdiğimiz milyonlarca gencimizi düşünmeden yürümek, hiç de kolay olmuyor.

Günlük politik ihtiyaçları bir tarafa bırakarak, tarihimizle yüzleşmek ve tarihimizin sararmış sayfalarındaki kanlı kahramanlarla (!) yaşamak zorunluluğundan kurtulmamız gerekmez mi? Bu kentin yöneticilerine sorumluluk düşmüyor mu?

Öneriyorum, Talatpaşa Bulvarı şiirleri dünyanın tüm dillerine çevrilen Şair Nazım Hikmet Bulvarı yapılamaz mı?

Neden olmasın!