Aydın Özcan**

Hukuk düşüncesinin en temel kavramlarından birisi hiç şüphesiz “adalet” kavramıdır. Ancak tanımlanması en güç hukukî kavramlardan birisi de yine hiç şüphesiz adalet kavramıdır. İlk Çağda buyana pek çok düşünür adalet kavramını değişik şekillerde tanımlamışlardır. Adalet farklı algılayışlarla farklı şekillerde geçmişten bugüne kadar uygulanmış, zaman zaman kültür ve geleneğe bağlı olarak anlam ve uygulaması değişmiş bir kavramdır. Adalet, düşüncelerde farklılık arz edebilen ama her zaman da bir devletin varlığı, devamı ve toplumsal düzen için olmazsa olmaz, uygulanması gerekli olan bir ilkedir.

Adalet Eski Yunan'dan bu yana tartışılagelmektedir. Günümüzde de adalet kavramının herkesçe benimsenilen bir anlamı bulunmuş değildir. Aristo, dağıtıcı ve denkleştirici adalete değinmiş, Grotius adaleti söze bağlılık olarak al­mış, Hobbes, sözleşmeye uymamayı adaletsizlik saymış, Kant ve Spencer, adalete bağlı temel değerin özgürlük olduğunu ileri sürerken, Rousseau, bu de­ğerin karşılıklılık olduğunu savunmuş, Marx ve Engels ise, adalet kavramının kapitalist düzendeki sömürünün bir maskesi olduğunu belirtmiştir[1]

Hukuk düşüncesinde en çok tartışılan ve değişik görüşlere ve yaklaşımlara en fazla konu olan kavramın adalet olduğu şüphenin dışındadır.

Düşünürler eski çağlardan beri adalet kavramıyla ilgilenmişlerdir. Kutsal kitapların hepsinde adalete ve adil olmaya ilişkin bölümler bulunur. Eski Yunanlı düşünür Platon’a göre adalet en yüce erdemlerden biri, insanın ve devletin temel davranış kuralıdır. Hak ve adaletin güçlüler tarafından işlerine gelecek şekilde yorumlanabileceğini ve bunun da asıl adalet anlayışını bozabileceğini ileri sürmüştür.

Klasik Yunan düşüncesi başlangıçta adaleti adaletsizlik olgusuna dayanarak belirlemek yolunu izlemiştir. İlk önceleri, toplum felsefesinin henüz gelişmediği dönemde “adaletsizlik olmasaydı insanların adaletin ne olduğunu bilemeyecekleri” ileri sürülmüştür. Böylece reddetme yoluyla belirleme yönteminin benimsendiği dikkati çekmektedir. Ancak bu yaklaşım özellikle o dönemde adalet konusundaki belirsizliği bertaraf edecek bir özelliğe sahip bulunmuyordu.

Yunan düşüncesinde adalet, ahlak ve hukuk kavramları arasında bir ayrım yapılmamış ve adalet iyilik sevgisi olarak anlaşılmıştır.

Adalet, demokrasinin işleyişi sağlayan, kişi hak ve özgürlüklerini koruyan sistemdir. Genellikle adalet, hak ve hukuka uygunluk, hakkın gözetilmesi, doğruluk anlamına gelir. Haklı ile haksızın ayırt edilmesi adaletle sağlanır. Adalet kavramı temelde hukuk kurallarına uygunluğu içerir. Hukuk düzeninin gerçekleştirmeye çalıştığı şey, adalet kavramıdır.

Hukuk devleti, onun maddi özünü oluşturan hak ve hürriyetler ile adalet kavramları, derin ve yakın ilişki içinde, birbirlerini bütünleyen kavramlardır. Hukuk, toplumda adalet değerine yönelmiş bir gerçekliktir. Hukukun nihai amacı olan adalet, sair amaçlara nazaran daha üstün bir konuma sahip bulunmaktadır. Hukuk devleti, adaleti gerçekleştirebilen devlettir. Adaletin olmadığı bir yerde maddi anlamda hukuk devletinin varlığından bahsedilemez.

Hukuki alanındaki adalet kavramı, “insan hakları” öğretisi ile yakın ilişki içerisindedir. Adaletin gerçekleştirilmesi, her şeyden önce, dil, din, cins, ırk, renk, siyasi düşünce, felsefi inanç ayrımı yapılmaksızın her insana, istisnasız ve eşit olarak haklarının sağlanması ile mümkündür. Hukuk devletinin ilk ödevi; insanlık değerini tanımak, korumak ve güvenceye bağlayıp geliştirmektir.

Hukuk devletinin maddi özünü oluşturan hak ve hürriyetlerin gerçek anlamda varlığından bahsedilebilmesi ve netice itibariyle adaletin gerçekleşebilmesi için, adil bir hukuk düzenin oluşturulması gerekmektedir. Hukuk devletinin asıl amacı, adil olan hukuk kurallarının soyut metinlerde kalmaması, bunların, kamunun bütün faaliyetlerine hâkim kılınması suretiyle uygulamada yaşanır kılınmasıdır.

Yine adalet kavramının kendisini sağlamaya dönük olarak bağlantılı kavramları irdelemek istersek bizi kaçınılmaz bir biçimde demokrasiye varmamız gerekmektedir. Hukuk devleti ile ilişkili olan ve onunla bütünleşen ya da tamamlayan kavramlardan birisi de “demokrasi”dir. Hukuk devleti ile barışık olan “demokrasi”nin birinci temel özelliği, iktidarın sınırlı olmasıdır. Anayasal devlet ve hukuk devleti kavramlarının ortaya çıkışının temel nedenini iktidarın sınırlandırılması zorunluluğu oluşturmaktadır. Günümüzde demokrasinin anlamı ve içeriği de değişmiştir. Öyle ki, sadece siyasi gücün olabildiğince geniş ve eşit biçimde dağıtılması, yani siyasal anlamda eşitlikten ve yine açık, özgür, adil seçimlerden ibaret bir kurum, kuram ve pratik olarak anlaşılan demokrasi, bunlardan çok daha fazla bir şey olarak kabul görmeye başlamıştır.

Türkiye’nin temel sorunların başında demokrasiyi algılama sorunudur ve demokrasinin kan kaybetmesidir. Demokrasi sadece sandığa gidip seçimlerde oy kullanmak değildir. Ancak Türkiye’de demokrasi, sadece iktidara gelmek için kullanılan bir araçtan ibarettir. Siyaset yapanlar toplumu bileme, ötekileştirme, yandaş kullanma pratiğini geliştiriyorlar. Oysa demokrasi, toplumda konsensüslerin oluşmasına dönük bir iktidar anlayışıdır; bir ahlak sorunudur; karar verme tekniğidir.

Bu bağlamda, hem bunları ve hem de hukukun üstünlüğünü, kuvvetler ayrılığını, başta yaşam hakkı olmak üzere, ifade özgürlüğünü, din ve vicdan özgürlüğünü, örgütlenme özgürlüğünü, mülkiyet hakkını, diğer temel hak ve özgürlüklerin korunmasını ve güvence altına alınmasını temel alan ve o nedenle ‘anayasal demokrasi’ olarak isimlendirilen yeni bir demokrasi algısı ve anlayışı gelişmiştir.

Özgürlük, eşitlik, adalet gibi niteliksel değerler aynı zamanda birer haktırlar. Haklar ahlakı, eşitliğe dayanır ve merkezinde adalet anlayışı vardır. Hak, hukukun tanıdığı ve koruduğu çıkardır. Bu çıkar sorumluluğu da beraberinde taşır. Hakların ahlakiliğinin karşısında sorumluluğun etiği vardır. Haklar etiği, eşit saygının, ötekinin ve benliğin hak iddialarını dengelemenin bir ölçütü iken; sorumluluk etiği, sevgi ve önemseme gibi değerlere dayanır ve bunlardan beslenir. Adalet ve önemseme karşılıklı olarak birbirine bağlı olduğu gibi haklar da toplumsal sorumluluğa bağlıdır.

Amerikalı siyaset bilimci Fareed Zakaria, “Özgürlüğün Geleceği/Yurtta ve Dünyada İl Liberal Demokrasi” isimli eserinde vurgu yaptığı üzere, günümüzde demokrasi, “...hem açık, özgür ve adil seçimlerdir ve hem de hukukun üstünlüğü, kuvvetler ayrılığı ilkeleri ile birlikte ifade, toplantı, girişim, örgütlenme, seçme, din ve vicdan özgürlüğü gibi temel hak ve özgürlüklerin tanındığı ve güvence altına alındığı, yani siyasi iktidarların bu hakları çiğnemeyeceği, çiğneyemeyeceği, seçimleri kazananın her istediğini yapamayacağı, kendi değerlerini ve doğrularını topluma dayatamayacağı, her istediği kararı alamayacağı, istediğini istediği kişilere veremeyeceği bir sistemin kurulması, çalıştırılması ve kurumsallaştırılmasıdır...

Demokrasi, insan hakları ve özgürlüklerle bir varlık kazanır. Demokrasi aynı zamanda güçler ayrılığı ilkesini benimsemek demektir.

İnsanlığın ve çağdaş toplumların katılımcı, çoğulcu demokrasi yanında ulaştığı en önemli aşama hukukun üstünlüğünün egemen olduğu, insan hak ve özgürlüklerine dayanan hukuk devletidir.

Hukuk devleti ilkesi, demokratik yöntemlerle yönetimi elde eden yöneticilerin de yönetilenler gibi kendilerini hukukla bağlı olmasını öngörür. Bunun doğal sonucu, hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü ilkesi, devletin tüm eylem ve işlemlerinin yargı denetimine bağlı tutulmasını zorunlu kılmaktadır. Kuşkusuz bu denetimi yapacak olan yargının bağımsızlığı da hukuk devletinin temel koşulunu oluşturmaktadır. Hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü kurum, kavram ve ilkeleri çağdaş, katılımcı ve çoğulcu demokratik toplumun temel taşlarını oluştururlar. Bu kavramların işletilmediği günümüz toplumlarında adaletin kendisinden söz edilemez.

Anayasal demokrasinin bir başka ifadesi, “demokratik hukuk devleti” ya da “hukuk yoluyla demokrasi”dir. Hukuk yoluyla demokrasinin kurulmasında anayasa yargısının özel bir önemi ve belirleyici bir yeri vardır. Hukuk yoluyla demokrasinin kurulması, hukukileşme sürecinin sonucu ise, hukukileşmenin bir görünümü de anayasa yargısıdır.

Ünlü hukukçu Plerre Calamanderi “Hiç kimse onu bulandırmadığı ve ihlâl etmediği sürece hukuk teneffüs ettiğimiz hava gibi görünmez ve tutulmaz bir şekilde etrafımızı kaplar. Hukuk ancak kaybettiğimizi anladığımız zaman değerinin farkına vardığımız sağlık gibi sezilmez bir şeydir” derken daha çok adaletsizliğin olmadığı bir hukuk hayatını göz önünde bulundurmuştur.

Baroların; hukukun üstünlüğünü ve insan haklarını savunmak, korumak ve bu kavramlara işlerlik kazandırmak konusunda yasal olarak yetkili kılındığı konusunda duraksama bulunmamaktadır.

Bildiğiniz üzere yargının asli unsurlarından olan bağımsız savunmayı temsil eden avukatlar, sadece hukuki sorun ve anlaşmazlıkların adalet ve hakkaniyete uygun olarak çözümlenmesini ve hukuk kurallarının tam olarak uygulanmasını sağlamakla görevli ve yükümlü değildirler.

Aynı zamanda seküler bir entelektüel ve kamusal role de sahip biz avukatlar olarak; kamu için ve kamu adına mesajı, görüşü, tavrı temsil etmek, cisimleştirmek, ifade etmek, siyasal iktidarların ya da muhalefetin, başkaca çıkar çevrelerinin insanı ve sözcüsü olmamak zorundadırlar.

Yine barolar, sadece avukatlık mesleğini geliştirmekle, meslek mensuplarının yararlarını korumak ve gereksinimlerini karşılamakla, meslek düzenini, ahlakını, saygınlığını, hukukun üstünlüğünü, insan haklarını savunmakla ve korumakla görevli olmayıp; toplumsal değişime ve dönüşüme katkı yapmakla, bu amaçla, kurulu olanı, var olanı, alışılageleni, insani ve siyasal ilişkileri, sorgulamakla yükümlü olan kuruluşlardır.

Barolar ve avukatlar, bütün bu işlevleri yerine getirebilmek için; zihinlerinde kuşkucu bir ironiye yer vermek, sınırlarda, uçlarda dolaşmak, ayakta durup her türden baskıcı otoriteye yanıt verebilecek kadar bağımsız, özgür bir ruha sahip olmak, geleneğin birikiminden, geleceğe dair yeni şeyler keşfedecek yol ve yöntem bulmak zorundadırlar.

Barolar ve avukatlar sadece bunları değil, hakikati temsil etmek, bazen gerçeğin çığlığı olabilmek, toplumsal değişime öncülük edebilecek yeni metotlar ve devrimci ruhları ortaya çıkarmak durumundadırlar.

"Bir ülkede bir tek masum kişi cezalandırılmış ise o ülkede her­kes suçludur" deyimi, özellikle adalet dağıtımında görevlilere hitap eder. Bundan doğacak ilk sonuç, tasada, kıvançta ve uyumda ortak kişilerin tam bir dayanışmaya ulaşabilecekleridir. Ge­nel inançlarımız ne olursa olsun, hâkim, savcı, avukat olarak özellikle, belli bir "asgari müşterek" de birleşecek yetenekteyiz. Bu bağlayıcı, birleştirici ölçü, "hukukun üstünlüğü" ne inanmış olmaktır.

Hukukun üstünlüğünü, kuvvetler ayrılığını, başta yaşam hakkı olmak üzere, ifade özgürlüğünü, din ve vicdan özgürlüğünü, örgütlenme özgürlüğünü, mülkiyet hakkını, diğer temel hak ve özgürlüklerin korunmasını ve güvence altına alınmasını temel alan ve o nedenle “anayasal demokrasi” olarak isimlendirilen yeni bir demokrasi algısı ve anlayışı geliştirme çabamızı sürdürmek zorundayız. Bu model, bir yandan devlet iktidarının kullanılmasını sınırlandıran, diğer yandan bireysel özgürlükleri koruyan bir dizi hukuki ve kurumsal sınırlama çerçevesinde işleyen “anayasal devlet” tir.

Anayasal demokrasilerde, diğer bir deyişle anayasal bir devlette, temel hak ve özgürlüklerin korunması konusunda başat bir öneme sahip olan organ, “yargı organı”dır. Onun için yargının bağımsız ve tarafsız olması gerekir. Bilindiği üzere yargı bağımsızlığı ilkesi yargıçlara tanınmış bir ayrıcalık değil, onların tarafsızlığını sağlamanın aracıdır. Bu tarafsızlıkla siyasal iktidarın birey ve toplum üzerindeki baskılara set çekebilir ve yol gösterirler.

Özgürlük, eşitlik, adalet gibi niteliksel değerler aynı zamanda birer haktırlar. Haklar ahlakı, eşitliğe dayanır ve merkezinde adalet anlayışı vardır. Hak, hukukun tanıdığı ve koruduğu çıkardır. Bu çıkar sorumluluğu da beraberinde taşır.

Biz avukatların tarihi insan hakları mücadelesi kapsamında adalete ulaşmak ve adaleti gerçekleştirmek ile geçmiştir. Bu mücadelede bugün yeniden daha güçlü olmamız için, temel hak özgürlüklerin en üst düzeye çıkarıp korunması adına, mücadelemizi örgütlü bir biçimde güçlendirmek, bilgilerimizi yenilemek ve ortak mücadele kanalları oluşturmak zorunluluğu ile karşı karşıyayız.

Ama asıl sorun “adalet” için  “hukuk devleti” olma sorunudur; “yargının bağımsızlığı” sorunudur; “yargıcın tarafsızlığı” sorunudur; “hukuk güvenliği” sorunudur, “adil yargılanma hakkı” sorunudur ve “insan hakları” sorunudur.

Ulu önder Mustafa Kemal Atatürk diyor ki “herhalde alemde bir hak vardır ve hak kuvvetten üstündür.” Bu sözlerin anlamını içselleştirmiş, bu anlayışa ermiş bireylerin ve kamu erkinin Ülkemizde çoğalmasını diliyoruz.

*İzmir Barosu ev sahipliğinde düzenlenen 11 Nisan 2015 günü gerçekleştirilen mitingin ismi

**İzmir Barosu Başkanı, Avukat

[1] Güriz, Adnan;  Adalet Kavramının Belirsizliği, Adalet Kavramı, Türk Felsefe Kurumu, Ankara 1984, s. 5-7

Editör: Haber Merkezi