CEREN DUMAN - MEHMET KUZU - ÜMİT KARTAL / İZ DERGİ - Belediye başkanları istifaya zorlanıyor, görevden alınıyor, belediyelere kayyumlar atanıyor ve yerel seçimlere en fazla 1 yıl kaldı. Tüm bu gelişmeler eşliğinde, önceki dönem Çankaya Belediye Başkanı Bülent Tanık ile, şimdilerde yaşadığı Yeni Foça’da yerel yönetimler üzerine söyleştik.

İz Dergi: Türkiye’deki belediyeciliğin kurumsallaşması gelişmesi için kazandırdığınız, hala üniversitelerde ders olarak okutulan ‘yeni toplumcu belediyecilik’ anlayışınızdan bahseder misiniz?

Bülent Tanık: Yeni Toplumcu Belediyecilik; 1973-1977 arasında Ankara, İstanbul, Kocaeli ve benzeri kentlerde CHP’li Sosyal Demokrat Belediye Başkanlarınca uygulama içinde geliştirilen “Toplumcu Belediyecilik” yaklaşımının 40 yıl sonrasının koşullarında yeniden ve bu koşullara uyarlanarak uygulanmasının adı ve programıdır.

Hizmetten ödün vermeden stratejik olarak kenti sağlıklılaştırma, kentin ve kentlinin yaşam kalitesini, fiziki çevresini, niteliklerini yükseltme hedefi ile belediye örgütünü ve toplumu yeniden yapılandırmayı öne aldık. Kentin mekânsal örgütlenmesinde adil ve özgürlükçü iyileştirmelerin yanı sıra, ekonomik yapının sağlıklı ve sağlam hale gelmesine dönük destekler, kent merkezinin “iyileştirilmesi” ve beslenmeye dönük dayanışmacı örgütlenmeler ile, üretken kırsal çevre destek programları, temel faaliyet alanlarımız arasına girdi. İhtiyacı olan kentsel bölge ve kesimler ile, kırılgan toplum dilimlerini eşitleyici önceliklendirme ve geliştirici uygulamalar yeni Toplumcu Belediyecilik programımızın halkçı tercihlerini oluşturdu. Bölgesel kalkınma hedefi, belediyeler ve beldeler arası dayanışma örgütlenmesi arayışları ve onurlu tokluk ve düzenli beslenme için kır-kent kardeşliği projelerimiz ana yenilikçi uygulamalarımız olarak sayılmalı.

Kent sadece yapılardan, fiziki varlıklardan oluşan bir şey değildir. Kentsel mekan üstünde yaşayan toplumlarla bütünleşik ve birbirini yeniden üreten bir organizmadır. Kentin gücü ve iyiliği üstünde yaşayan toplumun örgütlülükleriyle ilgilidir. Farkında olduğumuz, olmadığımız, dünya kadar örgütlülükle var oluyoruz. Mesela saat, takvim hayatı düzenleyen bir örgütlülüktür. Aksi takdirde kentte yaşam akışının bir kaosa dönmesi bir an işidir. Örgütsüzleştirilmiş bir toplum yaşayamaz. Ne yazık ki baskı yönetimleri toplumu örgütsüzleştirmeyi tercih eder. Kentteki en önemli kentli örgütlenmelerden bir tanesi de belediyelerdir. Belediyeler kentli topluluklar için vazgeçilmez örgütlülüklerdir.

Belediyecilik; 18. yüzyılda Sanayileşme devrimiyle hızla büyüyen İngiliz kentlerinde ortaya çıkan devasa ortak yaşam sorunlarının dayatmasıyla kurumsal kimlik kazandı. Kentsel altyapı yetersizlikleri, su, kanalizasyon yokluğunun yarattığı salgın hastalıklar ve sağlıksız yaşam koşulları bu ihtiyaçları karşılamak için kamusal ve bütünlüklü bir kurum olarak Belediyeyi getirdi.

Kamusal ve toplumsal özelliklerin zaman içerisinde geri plana itildiğini hatta kaybolduğunu, gözlemledik. Türkiye’de ‘80 sonrasında belediyeleri hizmet şirketine indirgeyen bir bakış açısı ortaya çıktı. Belediyeleri hizmet şirketi halinde düşünmeye başladığınız zaman kar amaçlı bir faaliyet esas olur. Yurttaş da müşteriye dönüştürülür. Halkın katılımı da bedel ödemeye indirgenir. Yönetim biçimi de toplumsal temsiliyet, demokrasi, örgütlenme ve önderlik bazlı değil; şirket yönetimi bazlı bir anlayış üzerinden şekillenir. CEO’lar atarsınız ve ‘teknisyen ve uzmanlar bu işi yapsın’ dersiniz; teknisyen ve uzmanlar kendilerine verilmiş şirket hedef ve normlarını aşma, topluma ve çevreye dönük kaygılar taşıma durumunda değillerdir.

Belediye başkanlarından ve seçilmiş yöneticilerden beklenen, mevcut tekniğin ve bürokrasinin ve hukukun kalıpları içerisinde çözülemeyen sorunları çözümleyebilecek yaratıcılık ve özgüveni taşımalarıdır. Bu özellik seçilmiş olmaktan ve halktan alınan güçten kaynaklanır. Öylesi bir liderlik ve önderlik özelliğine sahip olmayan yöneticilerin, kent toplumlarının en önemli örgütlenmesi olan belediyeleri iyi yönetmeleri beklenemez. Onlar ancak ‘yukarıdan şu kaynak verilirse onunla ancak şu kadar kanal ve yol yaparız’ diyebilirler. Belediye başkanlarını, şirket genel müdürü düzeyinde uzmanlardan atadığınız zaman onlar talimatlar ve verilen imkanlar çerçevesinde çalışırlar.

Belediye kanununun 1930’lardaki en ana teması şudur: Mahalli, müşterek, medeni ihtiyaçlara cevap vermek. Türkçeleştirmek gerekirse yerel, ortak ve uygar... Belediyeler o dönemin ve koşullarının gerektirdiği şeyleri bulup bunu topluma taşımak ve bunu hayata geçirmek gibi sorumlukları olan bir yapıdır. Böylesi bir tanımlamanın oldukça esnek ve geliştirici olduğunu düşünüyorum. Oysa bunu bir şirket yönetimine indirgediğiniz zaman, Ankara’daki en üst yöneticinin talimatlarının, beklentilerinin dışına çıkması, onun öngördüğü hedefleri aşması söz konusu olamaz. Kayyumlar eliyle yönetilen birkaç belediyenin, onlara sağlanan özel kaynaklar üzerinden sunabildikleri bazı hizmetler, bunların yöntemsel başarısına kanıt olarak gösterilemez. Birkaç özel örnek genelleme yapmaya ve yöntemin başarısını kanıtlamaya yeterli değildir. Atanmış yöneticilerin, yerel dinamikleri harekete geçirme becerisi gösterme şansı seçilmiş önderlere-liderlere göre çok düşüktür.

İz Dergi:  Görevden alınmalar, istifaya zorlamalar, atamalar ve kayyumlar ile birlikte, mevcut hükümetin yerel yönetimlere bakışını da konuşalım mı?

Yerel yönetimlerde şu ya da bu yöntemle, seçilmişler yerine atanmışlarla işleri yürütmek, ülkeyi bir büyük şirket gibi yönetmeye dönük bir yaklaşımdır. Yerel, toplumsal yapıların karar süreçleri içerisinde etkili biçimde temsilinin aracı olan seçilmiş belediye yönetimlerinin ortadan kaldırılması, idareyi hiyerarşik tek bir yapıya dönüştürür ve o tek yapının yapabileceği hataların telafisi çok zordur. Karar sürecinin tekleştirilmesi, yetkinin merkezileştirilmesi, sorumluluğu tekleştirdiği gibi, çözüm seçeneklerinin çoğalma olasılıklarını da ortadan kaldırır. Oysa merkezi kaynaklar hiç olmadığı zamanlarda bile yöre insanları kendilerinin hayatlarını sürdürebilecek yeni yollar bulma esnekliğine, yaratıcılığına ve dinamiğine sahiptirler. Süleyman Demirel’in bile söylediği gibi ‘Türkiye sadece Ankara’dan yönetilemeyecek kadar büyük ve karmaşık bir yerdir’. Onun kadar merkeziyetçi birisi bile yerel inisiyatifi geliştirerek ülkenin sorunlarını çözmeye yönelmeyi önemsiyordu.

Bülent Tanık: Ben mimarlık fakültesinde okudum, şehircilik bölümünü bitirdim. Çoğu insan hah diyor, ‘tam işte işin adamı bu!’. “Okulunu okumuş, şehir plancısı... bundan iyi belediye başkanı olur!” Bu doğru değil! Bu bilim ve tekniğe, uzmanlığa olması gerekenden daha fazla önem vermek. Siyaset dilinde “teknisist” bakış açısı. Her türlü yetki ve sorumluluğu uzmanına terk etmek, işi- tanımlanmış işi uzmanına yaptırmaktan farklı bir durum. Bu kolaycı bir bakış açısı. Elbette hiç kimse bir onkolog kadar kanser konusunda çok şey bilemez ama yine de en iyi doktorun, teşhis ve önerilerinin sonrasında bile en son kararı hastanın vermesi esastır. İnsan kendi geleceği hakkında karar vermeyi bir uzmana emanet ettiği zaman, o uzmanın sadece kendi uzmanlık alanı bilgisi ile karar üretmesinin risklerini de peşinen kabul eder. Oysa insan kendi hayatıyla ilgili son sözü söyleme hakkına sahip olmalıdır. Demokrasinin temel ilkelerinden bir tanesi, herkese eşit yurttaşlık ve seçme hakkını tanımasıdır. Son sözü siyasi eşitliğe sahip yurttaşın söylemesi esastır.

Belediye başkanlığı için önemli olanın siyasi derinlik olduğunu düşünüyorum. Siyasi bilgelik ve yetkinlik... Çünkü teknisyen olmak karar verme noktasında bazı şeyleri bir miktar kolaylaştırabilir ama sadece bir miktar kolaylaştırabilir. Kent ve toplum adına seçimde bulunacak, karar verecek birisine kentin yönetimini delege ediyor, ona yetkimizi devrediyorsak, onun bir uzman olmasından daha çok bilge ve siyasal derinlikli bir kişi olması daha önemlidir. Siyasi derinlik dediğimiz zaman, eşitlikçi, ve adil bir bakış ve öncelikleme yaparken gösterilebilecek tutum önem kazanır. Oysa, halkımızın aklının takıldığı bir şeye daha işaret etmek gerekir; siyaset yapmakla particilik aynı şey değildir. Bunlar özdeş gibi algılanıyor ve particiliğin ne kadar yoz ve kötü özelliği var ise -kayırmacılık anlamında- siyasete yükleniyor. Particilik ve politika üretmek başka şeylerdir. Kent yönetimi politikasız olmaz. Bu politika da önceliklerle ve seçmelerle ilgili bir şeydir.

Kent önderi için saydığımız sıfatlara ahlakı da eklemek gerekiyor. Ahlak, toplum ve zamana göre değişen bir kavramdır. Toplumun ve insanlığın genel değerleriyle uyumlu ve ahlaki seçimlerinin de kendisine yetki devredilmesine el verir bir konumda olduğu kişilere yetki devretmek umulur. Ahlakı da en az akıl sağlığı kadar siyasi seçmelerle, politika seçmeleri ve önceliklendirmelerle ilişkilendirmek gerekiyor. Kime ve neye, nasıl öncelik veriyorsun? Kentte toplumda, ülkede, doğada, çevrede? Buna bakılmalı. Karar vericinin ya da karar verici organın bunlara dönük yönelimleri son derece önemlidir. Öncelikleri, sahip çıktığı ve vazgeçmediği değerleri, bakış açısı bu işin ana unsurudur. Politikayı, kayırmacı toplum içerisinde dar bir kesimin savunusunu yapan bir olgu olarak görmek yerine; toplumun bütünlüğüne dönük özeni, ihtiyacı olanları saptama becerisi ve önceliklendirme gücü ile belirlemek ve stratejik düşünme ile o anın ihtiyaçları arasındaki dengeyi de iyi kuran bir mekanizmaya dönüştürmek önemlidir. Böyle olduğunda vatandaş bu defa ‘ya bunlar partici bize bir yararları dokunmaz’ demez veya ‘ben onunla aynı partili olarak nemalanayım’ diye sahte birliktelikler kurmaya zorlanmaz.

İz Dergi:  Biraz Çankaya Belediye Başkanlığı deneyiminiz üzerine konuşalım mı? Hem Başkent’in merkez ilçesinde başkandınız ve merkezi olana en yakındaydınız, hem de yerel olanı bu derece önemsiyorsunuz. Şimdi ise İzmir’de, Çankaya’da başladığınız yaklaşımı anlatmaya devam ediyorsunuz. Aktüel örneklerle beraber, bunu biraz açar mısınız?

Bülent Tanık: İzmir’de Başkan Aziz Kocaoğlu’nun uyguladığı ‘İzmir Modeli’, belediyecilik programı olarak çok özel bir program. Her adımda kendini yenileyip gelişen, kendisini olgunlaştıran muhteşem bir seyir izliyor. Yenilikçi tüm programlar gibi, pratik içerisinde evriliyor.

Bizim yapmak istediklerimiz de çok benzer şeylerdi. İzmir Çankaya’dan önce başlamıştı, daha uzun ömürlü  ve daha kapsamlı bir biçimde yola devam ediyor. Bu boyutlarıyla Türkiye’ye ve dünyaya örnek olacak! Biz Çankaya’da kırıyla ve kentiyle,  yerleşmelerin bölgesel hatta ulusal ölçekte dayanışmasını esas alan bir başka örgütlülükler zincirinin önemini fark ederek başladık yola. Çankaya’nın 44 bin hektarlık bir alanı var. Malta adasından büyük... 20 bin hektar yerleşik alan, 20 bin hektar kırsal nitelikli 12 köyü var. Bu köylerden bir kısmı yerleşik alanlar ile bütünleşmeye yakın köyler. 7 tanesi göreceli olarak oldukça uzak ve henüz imar faaliyetleri o ölçüde yoğunlaşmaya başlamamış. Sadece bu köylerde değil, Orta Anadolu’nun çevresindeki birçok küçük, orta boy yerleşmede özellikle tarım sektörünün yaşadığı kapitalist sistemin kronik krizleri sonucu tarım ve köy terk ediliyor, şehirlere göç ediliyor. Tarımsal üretkenlik, oradaki üreticileri yaşatabilir bir getiri sağlayabildiği zaman neden insanlar ata toprağını terk edip çekip gitsinler? Beş buçuk milyon nüfusa ulaşmış Ankara kenti, petrole bağımlı bir beslenme modeli üstünden hayatını sürdürmeye mahkum hale geliyor. Ankara’nın coğrafyası örneğin Antalya’nın coğrafyasıyla, ürün çeşitliliği veya türleri açısından rekabet edebilecek yapıda olmayabilir, ama temel bazı tarım ürünleri bu yakın ama boşaltılmış çevreden elde edilebilir. Böylece taşımacılığa ve uzağa bağımlı beslenme modeli aşılabilir. Bu modelin kriz ortamlarında bölgesel bir savaşta ya da bölgesel buhran durumunda en çok etkileyeceği kesim kentli tüketicilerdir. Benzin petrol ve taşımacılık faaliyetlerinin yükselmesine bağlı olarak artan fiyatlardan en çok mağdur olacak kesim kent yoksullarıdır. Onları kriz ortamında açlığa mahkûm edecek ve çarpık beslenmeye şimdiden zorlayan mevcut beslenme düzenini dönüştürmek gerekiyordu. Yakın coğrafyadan beslenen ve çevresindeki tarımsal üretimi ve kırsal yaşam kalitesini yükselterek yaşanabilir hale getiren bir kent olgusu kurgulanıp örgütlenebilir! Dedik. Bunun için biz öncelikle 7 köyümüzde bir kooperatifleşme olgusu geliştirdik. Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi ve Veterinerlik Fakültesiyle iş birliği yaparak, toprak analizinden, yeraltı suyu kaynaklarının tespitine kadar köylülerin tek başlarına ve hatta kooperatifle bile yapamayacakları şeyleri ele aldık. Bir stratejik program geliştirilmesi çerçevesinde yer altı su kaynakları araştırması, toprak ve tarım envanteri çalışmaları yaptık. Bu köylerdeki 5-6 yaş arası çocuklar, kadınlar ve 65 yaş üstü erkeklerden oluşan nüfus profilini değiştirecek süreci nasıl inşa edebiliriz ve buranın üretkenliğini arttıracak yeni öncü proje uygulamaları neler olabilir? Bunları tanımladık. Köylülerle birlikte katılımcı yöntemlerle “Onurlu tokluk ve düzenli beslenme için kır-kent kardeşliği” adını koyduğumuz bir çalışma başlattık. Burada bizim hedeflediğimiz işlerden bir tanesi tarımsal üreticinin örgütlenmesinin yanı sıra kent yoksulu tüketicilerin de örgütlenmesi ve bunların örgütlü birlikteliklerinin, birbirlerini taşıyarak, destekleyerek, aracısız ve belediye hakemliğinde örgütlenmeleri söz konusu oldu. Buna dönük güvence unsuru olmayı düşündük ama belediyedeki pratik ve siyasi yaşamımız istediğimiz düzeye ilerletmeye yetmedi.

Kır-kent kardeşliği projemizi İsveç’te bir toplantıda anlatmıştım. Çok ilgilendiler ve İsveç Belediyeler Birliği Suriye’de bir Yerel Yönetim Reformu Projesi almış. Şam’da belediye deneyimimizi ve kır-kent kardeşliği projemizi anlatmamı istediler, Beşar Esad’ın üst düzey bürokratlarına. Suriye ve Şam ilgimi çekmişti Ankara’ya çok benzettiler onlar da. Çölün ortasında 4 buçuk milyon nüfuslu çok güzel bir şehir Şam! Hayat da çok kozmopolit idi. Sanki 40 çeşit insan birbirine kötü bakmadan birlikte yaşıyordu. Yaşadıkları onca üzücü şeyi; oranın yıkılmış olmasını aklım almıyor. Öngördüğümden çok daha güzel, uygar, gelişmiş bir toplumla karşılaştım. Hatta dönerken, ‘eşimle bir iki günlüğüne gelsek buraya’ diye düşündüm. Yeniden gidilebilir bir yer konumuna ne zaman kavuşur bilinmez. Şam’ın beslenme mekanizmaları ile Ankara’nın beslenmesi birbirine çok benzer. (Kaderimiz benzemesin.) Her iki kentin de beslenmesi uzaklardan ve petrole bağımlı örgütlenmiş. Gıdanın kendisinden fazla taşımacılığa para ödenmesi anlamına geliyor. Böyle bir bağımlılığı güvenilir bir kent geleceği için asla düşünemezdik. Çankaya’nın 7-8 köyü Ankara’yı besleme için çok karikatür nitelikli bir şey. Bunun farkında olduğumuz için de İç Anadolu Belediyeler Birliği kavramını önemsedik. İç Anadolu’daki çok sayıda beldenin, kasabanın yerel yönetimleriyle iş birliği yapıp, yerel yönetimler arasındaki dayanışmayı, o yerleşmelerin toplumları arasında da dayanışmaya dönüştürecek bir vizyonu geliştirmeye uğraştık.

Benim 2009’da başkanlığına seçildiğim İç Anadolu Belediyeler Birliğinin, 48 üyesi vardı. Ayrıldığımda 108 üye. Kayda değer bir gelişme. Belediyelerin birbirleriyle kurum olarak dayanışmasını, bu sistem içerisinde çok önemsiyorum. Belediye başkanlıklarının maruz kaldığı hem yıpratma hem itibarsızlaştırma süreçleri de dahil olmak üzere ama esas olarak kuruma duyulan güvensizliği de aşacak bir çalışmaya ihtiyaç var. Bu, örgütlülükle yani belediyelerin örgütlenmesiyle olabilir.

Öte yandan istifa ettirilen belediye başkanları var, bir tanesi de, Kadir Topbaş. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı. Büyük bir metropolün seçimle gelen başkanı; Bir çeşit “mobbing” yapılarak belediye meclisi üzerinden istifaya zorlanmış. Kadir Topbaş uzun süre Türkiye Belediyeler Birliği başkanlığı yaptı. Türkiye’deki bütün belediyelerin üye olmaya mecbur olduğu bir örgüttür bu. Kadir Topbaş, o örgüt başkanlığıyla beraber Dünya Birleşmiş Kentler ve Yerel Yönetimler Birliği Başkanlığını da yaptı. Bu kuruluşlardan Kadir Bey’in yaşadığı süreçle ilgili herhangi bir değerlendirme göremedim. Bu örgütlülüklerin de sağlıklı bir önderliğe ve cesarete ihtiyaçları var. Belki de kuruluş yöntemleri ve anlamları ile ilgili yeniden ele alınmaya! TBB’nin bu konuyu tartışması ve belediyelere dönük olarak yaşanan süreci ve itibarsızlaştırmaları ele alması ve tavır geliştirmesi beklenirdi.

İzmir’de benzer bir program, yaklaşık son 13 yıldır kapsamlı ve istikrarlı bir şekilde hayata geçiriliyor. Umutluyum. İzmir’de tarımsal üretici ve üretimin Belediye desteğinde kat ettiği yolu, muhteşem başarılı buluyorum. Bunun sürekliliği için hem siyasi hem yerel iktidarın devamlılığına ihtiyaç var. Hem de tarımsal kalkınma projesini tüketim açısından yerel siyasi iktidara bağımlı halden çıkaracak bir tarımsal örgütlenmeye ulaşılmalı. Tarımsal alan ve kentsel alan ilişkisinin hakkaniyetli adil bir barışa dönüşmesini sağlayabilecek düzenlemeler, örgütlenmelere ihtiyaç var. Burada belediye çok yaratıcı işler yapıyor. Mesela çiçek fidan üreticilerinin, çiçek-fidan tedarikinden öte kendilerinin alanda dikim uygulamaları, bakım hizmetlerinin ve dikim hizmetlerinin onlar tarafından yerine getirilmesi; bunlar dünyaya bile örnek olabilecek öncü işler. Kent içi yaşamda da halkın kolektif ihtiyaçlarınınkarşılanmasına dönük altyapı yatırımları, toplu taşımacılık ve raylı sistem kurulumu, su kaynaklarına dönük çevre yatırımları çok etkili.

İz Dergi: Çankaya Belediyesi’ndeki ekibinizin bir kısmının şimdi İzmir’de belediyelerde görev aldığını biliyoruz. Belediyecilikte kadro sizce ne kadar önemli?

Bülent Tanık: Belediyeler üzerindeki vesayet kısıtlamaları iyi bir kadro kurma açısından büyük güçlükler çıkarıyor. Devletin personel politikasında “kemer sıkma” yaklaşımı ‘80’den bu yana yerel yönetimleri baskılayan ve taşeronlaştırmayı dayatan bir şey. Belediyelerin asli ve memurlar eliyle yapılması gereken işlerini, resmi sorumluluk görevlerini, taşeronlarla veya hizmet alımıyla gerçekleştirmek mümkün değil.

Genel işsizlik nedeniyle ciddi sıkıntılar yaşanıyor belediyelerde. Bir yandan vatandaşın beklentileri diğer yandan niteliksiz iş gücünün istihdamına dönük siyasi zorlamalar oluyor. Merkezin kadro kısıtlamaları ve politikaları nitelikli eleman istihdamını zorlaştırıyor. İşe yarayacak elemanı bulmak da almak da çok zor.

Çoğunlukla, dolambaçlı yollar bulmaya yöneliniyor. Mesela, özel kalem müdürlüklerinin istihdam açısından sistem dışında kalan insanların belediye kadrosuna kazanılmasında araç olarak kullanılması gibi. Bir başka örnek; çalışma arkadaşlarımdan birisini Ankara Büyükşehir Belediyesi'nden transfer etmek istedim. Transfer etmek istediğimde imarda aktif sayılmayacak bir görevdeydi. Ben isteyince kıymeti oldu! Oldu ama kıymetli olmasına karşılık, kıymetli bir yerde görevlendirmediler. ‘Vay doktoralı imiş biz niye görmedik’ diye kıymete bindi ama hem bize vermediler hem de park bahçeler, mezarlıklar vs. gibi yerlerde dolaştırmaya başladılar. İstediğim adam da yol yordam üretti ve ‘memuriyetten istifa edip 6 ay sonra size başvursam alır mısınız?’ dedi. ‘Alırım’ dedim! Bu süreçte 6 ay belediyede işçi statüsünde çalıştı. Kendisi şu anda İzmir Büyükşehir Belediyesi’nde Genel Sekreter.
İz Dergi: Neden Buğra Gökçe’yi ekibinizde istediniz?

Bülent Tanık: Çok çalışkan, zeki, bitimsiz enerjisi ve çözücü olma isteği olan biriydi. Yetenekli, dürüst, deneyimli ve belediye pratiği çok yüksekti Buğra’nın. Zaten Şehir Plancıları Odası Başkanlığı’ndan gözlediğim bir toplumsal ilişki geliştirme yeteneği ve mesleki becerisi vardı. O da benimle çalışmayı çok istedi. Riski göze aldı. Sonuçta bence Çankaya da İzmir de kazandı.

İz Dergi: Sizin hikâyeniz yerel yönetimlerde olan ya da göreve talip olanlar için önemli notlar barındırıyor. Yerel yöneticilere ve göreve talip olanlara öneriniz ne olur?

Bülent Tanık: Uzun mesafe koşucusu olmayı hep istedim, özendim. Belki bu yüzden hız gerektiren değil ama oyunu iyi okumaya uygun pozisyon olan kaleciliğe meylettim. Zaten zayıf, uzun boylu bir çocuktum. Ortaokulda bir koşu yarışması vardı, akşam döndüm babama, ‘üçüncü oldum’ dedim. Babam ‘Kaç kişi koştunuz?’ diye sordu. “4 kişi” dediğimde,  “Aferin oğlum, dördüncü de olabilirdin” dedi. (Gülüyor)

İnsan yaşlandıkça beklediğinden daha da uzun bir ömür olabileceği değerlendirmeleri yapabiliyor. Hem siyasal ömür açısından, hem de fiziki ömür açısından... (Uzun mesafe koşusu bu bakımdan iyi!) Belediyecilik pratiğinde de esas olarak amacım; başkanlığını üstlendiğim kurumun kendine özgüvenini geri kazandırmak ve onurlu bir çalışma barışı kurmak. Seçildikten sonra ilk iş bütün personeli kolejdeki binanın avlusuna toplayıp, “Ne zaman ki ‘ben Çankaya Belediyesi çalışanıyım’ diye gururla göğsünüzü gerersiniz, ben de o zaman kendimi başarılı hissetmiş olurum” dedim. Ayrılırken de sordum ve aldığım cevapla mutlandım. Çalışanların ahengi ve sahiplenmesi olmadığı zaman sizin tek başınıza belediye başkanı olarak düşünceleriniz ne kadar gelişkin olursa olsun bir şey yapamazsınız. Eksiklikler varsa sizin düşünsel eksikliğinizdir. Yönetsel beceriksizliğinizdir ama yapılan şeyler ortaktır kolektiftir. En uçtaki en sınırlı görev tanımına sahip eleman sizinle kendisini içselleştirmiş bir algı içerisinde görmüyorsa orada yapı güvende değildir. Halkın sizin beğenmesi ve güvenmesi de önemli tabii ki.


‘ÇİVİSİ ÇIKMIŞ, AKLI YERİNDEN OYNAMIŞ BİR DÜNYA’

Geçen gün bir şey okudum. 162 ülkeden sadece 12 tanesinde iç savaş ve çatışma tehdidi yokmuş. Bu ülkeler de Kosta Rika gibi ada ülkeleri. 1945’ten sonra devletlerarası savaşlar azalarak ülkeler içerisinde çatışmalar artıyor. İç ve bölgesel çatışmalarda ölenlerin sayısı 2. Dünya Savaşı’nda ölenlerin sayısını geçmiş durumda. Televizyonu açın yurt dışı kanallarını takip edin tek gördüğünüz saç sakal birbirine karışmış üstünde çeşitli asker üniforması komando üniformalı ağır makineli silahlar olan pikaptaki insanlar oradan oraya koşuşturup çatışıyorlar. Her yerde böyle... Görülmediği yerlerde de korkunç güvenlik zafiyetleri yaşanıyor. Bu çok korkunç ve aptal bir dünya... Yaşaması zor bir dünya... Çivisi çıkmış aklı yerinden oynamış bir dünya. Bu yetmiyormuş gibi büyük devlerin liderleri şimdi nükleer savaş, silah tehditleri gibi bir şeyin çığlıkları atılıyor. Şu anda İsveç’in yaptığı bir araştırmanın 2016 verilerine göre Dünya’da 16500 atılmaya hazır nükleer başlıklı füze var. Her biri Hiroşima’ya atılanlardan kat kat fazla etkiye sahip. Böylesi çılgın bir ortamın içerisinde onurlu bir barış sürecini inşa edecek yapılar ancak siyasetle olabilir. Siyaset bu konuda duyarlı olmadığı takdirde ancak Roma Barışı yaşanır. Roma Barışı’nı siyaset bilimi; Roma silahla zorla kendi kuralını dayattığı zaman sağlanan barış olarak tanımlıyor. Roma Barışı değil de herkesin onuruna saygılı adil bir barış ortamının kurulması için çok ciddi bir sürece ve siyasi bir algıya-uzlaşmaya ihtiyaç var. Aksi takdirde gelecek çocuklarımız, torunlarımız için endişe verici görünüyor.


“ERDOĞAN HOŞGÖR GİBİ ABİLERE İHTİYAÇ VAR”

“Benim örgütlülükle ilgili çok özel bir deneyimim var. Liseye başladığım sene bizim mahallede iki abi vardı: Erdoğan ve Adnan Hoşgör abiler. Erdoğan abi, bizleri, mahallenin çocuklarını topladı ve dedi ki ‘çocuklar burada üç branşta faaliyet gösterecek bir spor kulübü kuracağız sizinle.’ (Adana Sümer Evleri Mahallesi) 30 kadar çocuk vardı. Futbol, voleybol ve yüzme dallarında faaliyet gösterecek, amatör Yeşilyurt Gençlik ve Spor Kulübü’nü beraber kurduk. Bir yönetim seçilecek, karar defteri olacak, toplanacak kararlar alacaksınız, mahallelerle maça gidilecek, kanalda yüzme olacak, şuraya beraber voleybol sahası inşa edelim; ettik. Ben 3 ayda bir yönetimi değişen Yeşilyurt Gençlik ve Spor Kulübü’nün malzemeci ve saymanı oldum. Çünkü siboplu top dikiyordum, çift dikiş. Bütün formaları eve götürüp yıkıyordum, bu yüzden hep garanti bir yönetim postum oldu! O zaman bunun ne anlama geldiğini çok fark etmemiştim! Biz oynamak için bu işi yapıyoruz kendi sahamız olsun diye ama karar defteri vardı. Kısaca örgütlenme ve birlikte bir şeyler yapma deneyim ve özgüveni verdi. Bu iki kardeş öncü oldular. Hala Erdoğan abilere ihtiyaç duyan bir toplumsal bir konjonktürdeyiz.”


KENDİ KALEMİNDEN HAYAT HİKAYESİ

“İlk adım Haki. Dedemden miras. Toprağa ait demek! Bülent’i ben öne çıkardım Üniversiteye başlarken. Haki’yi anlatmakta çok zorlandığım için.

Dedem Osmanlı dönemi adalet görevlisi idi. Tanıklık burdan geliyor. Babam Mehmet Emin Ali kamu görevlisi olarak Urfa’da toprak ağalığıyla mücadele etti. İkisi de şairdi. Ana tarafım Niğde’nin ve Bor’un köklü ailelerinden geliyor; Koçer-Potuk’dular. Ankara’da doğacakken 22.11.1949 da Annem Niğde’ye Anne evine giderek beni Dünyaya getiriyor. Kayseri’de Okula başladım. İlk, orta ve liseyi Adana da bitirdim.

Orta Doğu Teknik Üniversitesi dünya görüşümün şekillendiği yer oldu. 1968’i orda yaşadım. ODTÜ’de uzun okudum. Önce Kimya, beceremedim atıldım. İnat ettim sonra Mimarlık Fakültesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümünden mezun oldum. O da kolay olmadı. Bir dönem siyasal yoğunlaşma, bir dönem okul. Sonunda 1976’da “mezun” oldum. Ankara’ya yerleştim. İzmirli değilim. İzmir’i çok severim “Kalbim Ege’de kaldı” bana uyar. Eşim İzmirli diyeceğim O’da Ankara doğumlu. İzmir’de büyümüş, gerçek bir İzmirli ve Foçalı.  Barış bildirisini imzaladığı için 679 sayılı KHK ile Ege Üniversitesinde Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalındaki görevinden uzaklaştırıldı.

Niğdeli, Adanalı, Ankaralı, İzmirli, Urfalı, Sivaslı, Erzurumlu, Trabzonlu, Yozgatlı, Çorumluyum… Saydıklarım misal; Kırşehir, Nevşehir, Kayseri gönül koymasın. Diğerleri de! Ben özünde Anadoluluyum. Hep Dünya insanı olmaya uğraştım, kendi toprağımdan, kendi toplumumdan, ait olduğum Coğrafyadan kopmadan…

Oğullarım Sinan Cem ve Deniz Can Ankara doğumlular.

Sinan’ın adını doğumundan dokuz yıl önce 31 Mayıs 1971 de koydum. Deniz adını doğduğu gün 12 Mart 1990 da Hastanede aldı.

1978 de Türkiye’nin tek Yerel Yönetim Bakanlığında Danışmanlık yaptım.

1981 başında TMMOB Genel Başkanı seçildim. Evren Cuntası önce Ulucanlar Hapishanesine yolladı. Sonra da meşhur 1402 ile işten attı. Terk etmedim Ankara’yı da emek mücadelesini de.

1993’de Ada Yerinden Yönetim Gazetesi ve Ada Kentliyim Dergilerini yerel yönetim dünyasına kazandıracak Uray A.Ş.ni kurdum. 2000’in başında yayıncılığı durdurdum.

2007 Milletvekili Seçimlerinde Ankara 1. Bölge 12. Sıra CHP Adayı oldum. Çalıştım.

Gayretim ve toplumsal birikimim 2009 da Çankaya Belediye Başkan Adayı yapılmamı ve seçilmemi sağladı.

Çankaya Belediye Başkanlığında Türkiye’nin ihtiyacı olan bir Belediye Programına öncülük etmeye çalıştım. Adını Yeni Toplumcu Belediyecilik koydum. Halkın ezilen kesimlerine öncelik vermeye çalışan, kadına, engelliye, çocuğa, ileri yaşlıya, farklı inanç ve tercihlerle yaşayanlara bir arada eşit koşullarla yaşama imkânı vermeyi hedefleyen bir belediyecilikti öngördüğümüz.

Kırsal alan ile kentin adil ve kardeşçe ilişki içinde olması, “onurlu tokluk ve düzenli beslenme” hedefimiz oldu. Barış için kentli halkın bilinç ve örgütlenmesini yükseltmeyi gözettik. Kentlinin ve çalışanların sosyal haklarını ve sendikal örgütlenmesini destekleyip “taşeron sistemini” en aza indirme mücadelesi verdik.

Benim dönemimde Tekel Direnişi, Gezi Haziranı, Memur Toplu Sözleşmesi ve onlarca kitlesel hareket Çankaya emekçilerinin ve Belediyesinin yüksek duyarlılığında yer buldu. Çankaya Belediyesi Ankara’nın Kalbi Kızılay’da konumlanarak bu Kalbe bizim “irademizle” hayat verdi.

Türkiye Belediyeler Birliği Encümeninde CHP’nin üç Üyesinden biri oldum.

Avrupa Birliği Kurucularından olan Avrupa Belediyeler ve Bölgeler Konseyinde Türkiye adına ilk Yönetici seçildim. İki dönem Başkan Yardımcılığı yaptım.

Türkiye’yi Dünya Birleşmiş Kentler ve Yerel Yönetimler Birliğinde, Genel Yönetim Kurulu Üyesi olarak temsil ettim.

2014 Yerel Seçimlerinde aday gösterilmedim. İyi bir devir teslimi yaptım. Kimseye nasip olmayacak bir uğurlamayla göreve veda ettim. Çalışanlarıma minnettarım.

Seçimde alınan oy oranında benim dönemimde Çankaya Belediyesinin yükselen itibarının rolü, dikkatli gözlerden kaçmamıştır.

Belediyede yapmaya çalıştıklarım artık tarihin değerlendirmesine kaldı.”

Editör: Haber Merkezi