Onur Kılıç *
Türkiye’yi 14 yıldır yöneten siyasal İslamcı iktidar eliyle uygulanan laiklik karşıtı uygulamalarda son düzlüğe girdiğimizi söylemek herhalde yanlış olmaz.
Bu anlamda, Meclis Başkanı İsmail Kahraman’ın ‘Yeni anayasada laiklik olmamalı’ sözleri, Saray-AKP saltanatının Türkiye’yi sokmak istediği dipsiz kuyunun en derininde neyin yer aldığının samimi bir ifadesi olması itibarıyla tarihsel öneme sahip.
Dinin, siyaset ve toplum üzerindeki hegemonya mücadelesi cumhuriyet tarihinin her döneminde o ya da bu düzeyde hep var olduysa da 12 Eylül darbesinin mezhepçi uygulamalarıyla bu hegemonya mücadelesi açıkça Siyasal İslam lehine düzenlendi. Laikliğin fiilen alaşağı edilmesi anlamına gelen bu süreçte zorunlu din dersleriyle, diyanet işleri başkanlığıyla, imam hatip serbestisiyle siyaset, eğitim, kültür yaşamına devlet güdümlü dinci saldırı resmileşti. Tarikat ve cemaatlerin mahalli ve genel anlamda örgütlenmesine, olağanüstü maddi kaynaklar oluşturmasına yol verilmesi bizzat darbeciler ve ardından ülkeyi yöneten sağ iktidarlar aracılığıyla gerçekleştirildi.
Esasen, ‘Türkiye laiktir laik kalacak’ diyen milyonların isyanı ve öfkesine haklıdır ancak yukarıda sayılan gerekçelerle, Türkiye’de, gerçek anlamda laikliğin epeyce uzun süredir esamisinin olmadığı da ortadadır.
AKP iktidarı ile başlayan dönem ise bu tarihsel birikimin üzerine gelişmiş ve ‘Ilımlı islam’ adı altında ülkeyi mezhepçi bir faşizme kadar götüren bir saldırganlığa imza atılmıştır. Emine Erdoğan, 45 çocuğa tecavüz edilen Ensar Vakfı’nın töreninde '90 yıllık enkazı kaldırdık' demişti. Onların enkaz dediği, dinci kural tanımazlığın sınırlanması, çürümenin ifade edilmesi ve yayılmasına engel olunmasıydı aslında. Enkaz, laiklikten kalan son kırıntılardı. AKP, ‘muhafaza edilemeyen’ laikliğe dair tüm kazanımları ortadan kaldırarak rejimi dini tarzda düzenleme gayretinde önemli bir mesafe kat etti. Erdoğan’ın ‘Rejim fiilen değişmiştir’ sözleri de yine bu bağlam içerisindeki bir hilafet arzusundan başka bir şey değildi.
Dolayısıyla, bugün Türkiye’nin laik bir yönetim anlayışına sahip olduğunu düşünmek aldatıcıdır. Böylesi bir bakış, bir yanılsama içerisinde günün demokratik sorumluluklarının yanlış tespit edilmesi anlamına gelecektir. Türkiye, tarikatların-cemaatlerin cirit attığı, cumhurbaşkanının elinde Kur’an ile miting yaptığı, okulların tümüyle imam hatipleştirildiği, kadın ve bilim düşmanlığının devlet politikası halinde uygulandığı, dinci tecavüz yuvalarının devlet fonlarıyla beslendiği bir ülke haline getirilmiştir. Türkiye, taciz-tecavüz-pedofili serbestisine sahip olduğuna, ayakkabı kutularına sakladıkları paraların peygamber hayrına toplanan bağışlar olduğuna insanları inandıran bir suç örgütü tarafından yönetilmektedir.
İşte Kahraman’ın ‘Laiklik yeni anayasada olmamalı’ açıklaması bu Siyasal İslam’ın hükmetme arzusun daha genişletme çabası olarak değerlendirilmeli. Saray, anayasayı kendine uydurarak işlediği anayasal suçlardan kaçmak istiyor ve buna dair somut bir adım atıyor. Rejim değişikliğini fiiliyattan resmiyete çevirmeye yönelecek bir dönemin başlangıcını ilan ediyor. Bu, ülkeyi faşizme götürmeyi hesaplayan bir hamledir ve hedefinde özgürlükçü, laiklik yanlısı, cumhuriyetçi milyonlara boyun eğdirilerek ülkenin teslim alınması hayali vardır. Bu anlamda, bugün Saray’ın başlattığı bu kavgada laikliği ve cumhuriyeti bir an bile tereddüt etmeden savunmak, toplumun tüm gücüyle gericiliğe karşı bu değerlerin mücadelesini vereceği zeminlerin büyütülmesi ve yaygınlaştırılması bir zorunluluktur.
Bu zorunluluğun nedenini iki örnekle açıklayabiliriz. Bunun için öncelikle Türkiye’de bugün yaşadığımız karşıtlığın adını doğru koymamız gerekiyor. İlk örnekte, CHP’nin 19 Mayıs’ta yapacağını duyurduğu 19 Mayıs yürüyüşü, Ankara Valiliği’nce engellenmeye çalışıldı. Nedeni güvenlikti. Elbette iktidarın tanımlaması açısından neden güvenlikti. Oysa 19 Mayıs yürüyüşünden yaklaşık 10 gün önce İstanbul’da bir düğün gerçekleşti. Evlenen Erdoğan’ın kızıydı. Düğün için caddeler kapatıldı, bariyerler kuruldu, lüks araçların film kaplı camlarından bakanlara görüntü kirliliği yaratmamak için yoksul mahallelerinin üzerine perde örtüldü. Ve ülkeyi yöneten hanedanın sahneye el ele çıktığı fotoğraflar böbürlenerek servis edildi. Cumhuriyetin bayramlarından birinde sağlanmayan güvenlik, hanedan düğününde pek ala sağlanabiliyordu. Çünkü bu kavga hanedanla cumhuriyet arasındaydı.
İkinci örnek de bu vakadan biraz daha önce yine Ankara’da yaşandı. Meclis başkanının malum sözlerinden sonra TBMM önünde gerçekleştirilen ‘Laikliği Kazanacağız’ eyleminde polis gençlere ‘Atatürk’ün p.çleri’ diyerek saldırdı. Saldıran acısından saldırdığı kişinin Kemalist olup olmamasının bir önemi yoktu. Saldıran hanedanla cumhuriyetin savaşında hanedanın kapı kulluğunu yapıyordu.
Yukarıda, laikliği savunmak için birleşik bir toplumsal direnme zemini kurmanın zorunluluk olduğunu söylemiştik. Bu örneklere de bakarak denebilir ki, iktidarın cumhuriyet düşmanı saldırılarının muhatabı olan milyonların yarına dair ilkesel ya da teorik farklılıklarının artık bir önemi yoktur. IŞİD’le düşünsel akrabalık içerisinde olan Saray’ın kolluk kuvvetleri de kafa kesen, bomba patlatan cihatçılarla aynı duygu durumu içerisinde halka saldırmaktadır. Devlet, topyekûn olarak özgürlükçü, laik, demokrat damarı kurutmak için saldırıyor. Dolayısıyla Atatürk’e olan ideolojik mesafenin faşist devlet-polis saldırısının karşısında reel politik bir değeri kalmıyor. Bu nedenlerle, muhalif kesimler içerisinde dayanışmacı, hoşgörülü bir anlayışın hakim kılınarak, ayrımlardan çok ortak kaygılara odaklanan bir tarzın daha da güçlendirilmesi ekmek gibi, su gibi ihtiyaç. İktidarın ülkeyi sokmak için çırpındığı koyu karanlık tünele aktif ve birleşik bir güçle müdahale edilemezse yaşanacak şey Alman rahibin Yahudiler soykırıma götürülürken yaşadığı pişmanlıktan farklı olmayacaktır. Bununla ilgili farklı deneyim arayanlar İranlı yazar ve yönetmen Marjane Satrapi’nin karşı devrim sürecinin aşamalarını anlatan animasyon filmi Persepolis’i izleyebilirler.
Laikliğin tasfiye edildiği ama laikliği savunan milyonların ‘yönetilemediği’ bir ülkede temel demokratik değerlerin tekrar kazanılması için sokak sokak daha aktif ve birleşik bir mücadele yürütmekten başka bir yol yok. İktidarın sahip olduğu bütün idari ve ekonomik güce karşın yönetemediği özgürlükçü milyonların iradesi halen güçlü biçimde duruyor. Bu faşist ablukayı kırarak Türkiye’yi cumhuriyet düşmanlarından arındıracak, özgür ve demokratik bir cumhuriyetin kurucu iradesi olan bu toplumsallık, gelecek için iyimser düşünmeyi hak edecek denli büyük. Yeter ki kendi gücümüze güvenelim.
*Birleşik Haziran Hareketi İzmir Yürütme Kurulu Üyesi
İZ DERGİ HAZİRAN SAYISI BAŞYAZI İÇİN TIKLAYIN
İZMİR'DEN YA DA ŞEHİR DIŞINDAN NASIL ABONE OLUNUR? TIKLAYIN