İZ DERGİ - Kadir Has Üniversitesi Tiyatro Bölümü Başkanı Doç.Dr. Zeynep Günsür Yüceil, Piyanist Ezgi Serim, Psikiyatri- Psikoterapi Uzmanı Dr. Agâh Aydın, Ege Üniversitesi Felsefe Bölümü'nden Doç.Dr. Mehmet Kuyurtar sorularımızı yanıtladı...

Evrensel Gazetesi'nde yer alan röportajda, sanat ve duyarsızlaşma üzerine söyledikleriniz gerçekten çok aydınlatıcıydı. Sanatta, güncel bir bağlantı / gerçeklik bulunamadığında duyulan olağan bir tepki gibi görünüyor bu tepkisizlik. Duyarsızlaşmayı getiren, sanatla izleyici arasında yaşanan boşluğun temelindeki, ciddi bir zamanlama sorununa işaret ediyorsunuz. Zamanlama konusunda, tarihsel süreçteki örnekleri nasıl değerlendirirsiniz ?

Zeynep Günsür Yüceil : Örneğin, 20. YY'ın ikinci yarısında bazı sanatçılar öyle işler yapmaya başladılar ki, eleştirmenler bu işleri varolan sanatsal kuramlarla açıklayamadıkları için yeni kuramlar geliştirdiler; ilişkisel estetik diye bir kavram oluştu. Artık sanat nesnesinin maddi anlamda kendisinin değil, içine konumlandırıldığı alan ve diğerleriyle ilişkisi üzerinden gelişen bir estetik algının varlığından bahsedildiğinde anlam kazandığı görülmeye başlandı. Bu çalışmalar daha önceki dönemlerde hiçbir şekilde anlamlandırılamayacakları için büyük ihtimalle sanat eseri olarak da görülmeyeceklerdi. Peki hangi şartlar oluştu da sanatçılar böyle bir kırılma deneyimi yaşadılar ve alımlayıcılar da bu deneyimi fark edebildiler derseniz işte bu tamamen zamanın ruhu - Almanca'da Zeitgeist dedikleri- ile ilgili bir durum diyebilirim. İhtiyaçtan doğan sanat yapma biçimleri. Değişen dünyanın içindeki insanın değişen algısı ve bunun dışavurumu. Felsefeci Rancier, globalleşme, üretimin bilgisayarlaşması ve maddi özellikleri kaybolan mallarla birlikte ters anlatıların oluştuğundan bahseder. İronik biçimde kapitalizmin içinde maddileşmenin yok olmaya başladığını iddia edebiliriz. Aynı zamanda şimdiki zamanın kurgu biçimini almasından, egemen medya ve hükümetlerin düzenle ilgili gerçeği yeniden kurguladığından da bahsedebiliriz. Buna karşın, çağdaş sanat alanında da gerçekliğin farklı halleri, kurguları karşı karşıya gelir. Örneğin Portekizli yönetmen Pedro Costa'nın filmlerinde, göçmenlerle ilgili bu kurgular belgesel gibi çalışır. Günlük hayatın küçük sahneleri inşaa edilir, yangına maruz kalan göçmen ailenin dairesinin kapısını açarak cehenneme gireriz, belge ile görüntü arasındaki fark ortadan kalkar. Gerçekliği üreten kurgu şeylere anlam verir yeniden.

Bu koşullar altında sanatçıların günümüzde yaşadığı belirsizlikler ve zamanın ruhu -Zeitgeist- nereye doğru yol alıyor sizce, ne şekilde evriliyor ?

Zeynep Günsür Yüceil : Bugün boşluğu, olmayan şeyi hayal edebilmek için gerekli olan boşluğu tarif etmeye çalışıyor bazı sanatçılar. Yapmama hali içinden yeni bir yapış bulmaya çalışan sanatçılar çok heyecan verici diye düşünüyorum. Alışık olduğumuz siyasal ve sosyal yapının içinden değil, daha oluşmamış, belki çok küçük bir sezginin içinde kıvrılmış ufacık bir cenin gibi olan bir şeyin hayali içinden konuşmaya başlayan sanatçılar var. Elbette oldukça tedirgin edici bir yer orası çünkü daha tanımlanmamış bir yer. Başka yaşam biçimlerine, ilişki biçimlerine gebe ama daha doğmamış olduğu için isimsiz. Oyunculuk çalışmalarında, oyuncunun bir sonraki devinimini, aksiyonunu bilmediği ve tahmin bile edemediği yer. O durumda kalan oyuncu için çok zor, tekinsiz bir an belki ama o boşluk anını deneyimlemeden de kendisi için yeni olana, bilinmez olana doğru hiç gidemeyeceğinin bilincine sahip olduğu sürece ondan kaçmayacak. Hakikatini kurgulayacak, yeniden.

köydefestival, alıştığımız etkinliklerin tamamen dışındaydı. Köy kahvesinde piyano atölyesi, her yaştan, her çevreden insan vardı dört gün boyunca. Gazeteci Serdar Kızık bu hikayeyi yazarken 20 yıllık bir müzikal süreçten bahsediyor, bu bir yenilik arayışı mıydı?

Ezgi Serim: Yola çıkarken yazmıştım: ''Bu etkinlik, elimizden geldiğince; mesleğimiz aracılığıyla rekabetten çok uzakta bir el ele verme ihtiyacıydı sadece, hepsi bu...''

Kişisel olarak merak ettiğim bir şey sormak istiyorum. 16 yaşınızda Hannover Tiyatro ve Müzik Yüksek Okulu'nda yaptığınız dinleti üzerine ''exceptional talent'' diyerek Almanya'da sizi korumasına alan Profesör Heidi Köhler'e yıllar önce bu festivali yapacağınıza dair söz verdiğinizi duyduk, kendisinden bahseder misiniz biraz?

Ezgi Serim:  Hocamın benden beklentisi çok fazlaydı müzikal anlamda, elinden gelen her şeyi sonuna kadar yaptı, bu inanılmaz bir durum! Tam anlamıyla anne-çocuk ilişkisiydi, zorlukları da dâhil (gülüyor...) Konrad Adenauer bursunu kendisinden öğrendiklerim sayesinde kazandım. Benden isteği, sorgulayan, mesleği aracılığıyla sınırları aşabilen bir müzisyen olmamdı. Bu etkinlik, annemin hocası, benim manevi büyükannem Marta Amati ve piyano hocam Heidi Köhler'in isteğiydi.

Farklılıklarımızla bir arada, huzur içinde yaşayabildiğimiz bir dünyayı hepimiz çok istediğimizi söylerken nerede tıkanıyoruz acaba?

Ezgi Serim: Bunu kabul etmesek de hepimiz aynı bütünün parçalarıyız. Kendi kararlarımızdan ve sonuçlarından sorumluyuz elbette ama birbirimizin kararları ve sonuçlarından da hayati ölçüde etkileniyoruz. Bu nedenle birimizin varlığının, her anlamda diğerlerinin varlığına bağlı olduğunu kavramayı deneyebiliriz belki, bilemiyorum ? Konuşmak zor maalesef böyle konularda. Hiçbir değişim kolay olamaz ancak çözümsüz konuşmalar yapmak yerine, bireyin sorgulamaya kendinden başlaması, biraz da öngörü becerisini kullanarak sorumluluk alması daha anlamlı geliyor bana.

''İnsan bilgiyi değil sevgiyi arar. Kişiyi ne demek istediği ya da ne anlatmak istediği değil, ne söylediği ve nasıl söylediği ele verir. Psikanalistler analizandın ne demek istediğiyle değil, ne söylediğiyle ilgilenirler. Analizandın ne demek istediğiyle ilgili ısrarını ters yüz edip, ne söylediğiyle, ağzından çıkanla, imleyenin çok anlamlılığına yönelmesine imkân sağlarlar. İnsanın gerçeği; unutulan, şaşırılan, utanılan; söze düşmeyendedir. Ya da kekelenen, sürçülen, birden ağızdan kaçıveren sözlerde gizlenendir. '' demiştiniz. Sözün, gerçeği temsil eden tarafını nasıl yorumlayacağız bu durumda? Size böyle genellemeci sorular yöneltmek istemiyorum ama açık sözlülük kavramı ne olacak?

Agâh Aydın: Kelimeler gördüklerimizi kavrayamıyorsa ya da gördüklerimiz kelimelere sığmıyorsa konuşmak ne işe yarar?

Şiir mümkün olan en az sözcükle kurulduğundan, sözden uzaklaşıp gerçeğe yaklaşır, hatta dokunabilirse gerçeğe yürekleri titretir. Söz olmasaydı insanlar ne imgeye ne de "gerçek"e dayanamazlardı. Şiir grameri, aklı başında anlamları alt üst eder. Sözü ters çevirdiği gibi tüm tezgâhları parçalar, düzeni sarsar, yenilenme umudu verir.

İnsanın hakikati tam da psikanalitik bir dinlemede ya da düş gibi, şiir gibi imleyenin çok anlamlılığına izin veren bir düşünce biçiminde kendini ele verir.

Bu açıdan sanat ve psikanalitik dinleme ruhsal aygıtın hakikatine başka başka yöntem, biçim ve yollarla ulaşma girişimidir. Başka deyişle sanat, ne sanat için, ne de halk içindir. Sanat bir hakikat arayışıdır. Diğer yandan kendi düşüncesi üzerine düşünme- becerisi olmayan biriyle herhangi bir konuda düşünüp konuşmak ne yazık ki mümkün olmaz...

Eğer gerçekler bu kadar rahatsızlık vericiyse, sorgulayan her çalışma zannettiğimizden de yüksek bir tahammül gerektirmez mi? Daha önemlisi az önce sanat ne sanat için, ne de halk içindir dediniz. Bu koşullar altında gerçekle yüzleşme çabasında olan sanat ve felsefeye karşı duyarsızlaşma olağan bir reaksiyon mudur?

Agâh Aydın: Bu bakımdan felsefe de kendi yöntemleriyle tıpkı sanat ve psikanaliz gibi insanın hakikatine ulaşma girişimidir. Tam da bu noktada başka türlü ulaşılamayacak olan bir bilgiye, yalnızca psikanalizle ulaşılabilecek bilinçdışının bilgisine dayanarak konuşursak, insan kendi hakikatine daima direnir. Sonuç olarak felsefe ve sanat, tarihin her döneminde kendi hakikatinin soğukluğuna, anlamsızlığına katlanamayan insan yavrusu tarafından yüksek bir değer atfedilen, ancak, bilinçli farkındalıktan kaçan bir değersizleştirme ve duyarsızlığa mahkûmdur.

köydefestival açılışında yaptığınız konuşma üzerine soru sormadan önce, geçtiğimiz hafta yaptığınız röportajda yer alan yazıyı hatırlatmak istiyoruz :''Svendsen ne diyor ‘kötülük’ ve ‘budalalık’'


Mehmet Kuyurtar: Aslında Svendsen’in kendisi de bu konuya, Hitler’e suikast girişimine katıldığı için idam edilen Dietrich Bonhoeffer’in hatıralarındaki budalalık hakkında yazdığı bir pasaja dikkat çekerek giriş yapar. Bonhoeffer'in saptaması şöyledir:

“Budalalık iyiye, kötüden daha tehlikeli bir düşmandır. Kötülüğe karşı çıkılabilir; maskesi düşürülüp, gerektiğinde güç kullanarak önlenebilir. Kötülük, hiçbir şey olmasa, insanları huzursuz ettiği için bile kendi yıkımının tohumlarını daima içinde taşır. Budalalık karşısında ise savunmasızız. Ne karşı çıkmak, ne güç kullanmak tesir eder ona; akıl yürütmek işe yaramaz; kişisel önyargılarla çelişen olgular basitçe kuşkulu kılınabilir -gerçekten de, budala bunları eleştirerek karşı koyabilir, bunlar inkâr edilemez şeylerse, küçük istisnalar olarak pekâlâ kenara itilebilirler. Demek ki, alçak birinden farklı olarak, budala halinden gayet memnundur; gerçekte ise, saldırganlaşması için fazla şey gerekmediğinden, kolayca tehlikeli hale gelebilir. O yüzden bir budalaya, bir alçaktan daha dikkatli yaklaşmak gerekir; bir budalayı, bir daha asla akıl yoluyla ikna etmeye çalışmamalıyız, zira bu hem yararsız hem de tehlikelidir."

Bonhoeffer'inki gerçekten çok çarpıcı bir saptama, bu konuda siz ne düşünüyorsunuz?
Mehmet Kuyurtar: Evet, çok ilginç. Bu saptamaları yorumlarken Svendsen budalalığın akli olmaktan çok ahlaki bir kusur olduğunu söyler. Belli tarihsel toplumsal koşulların biçimlendirmesiyle insanların kendi kendilerini budala yerine koydukları veya başkalarının onu budala yapmasına izin verdiklerini söyler. Dolaysıyla budalalık psikolojik olmaktan ziyade esas itibariyle sosyolojik bir sorundur. Bana kalırsa işte duyarsızlaşma dediğimiz ‘insani durum’ da budalalıktan ötürü yayılıp durur. Çünkü birilerinin gücü ve kötülük yapma kapasitesi kötülüğün kötülük olarak farkında olmayan budalaların sayesinde artar, genişler.

Felsefenin insanları ‘ budalalık’tan kurtarma kapasitesi var mıdır?

Mehmet Kuyurtar: Şimdi aslında yukarıda Bonhoeffer’den aktardığım pasajın son cümlesinde “bir budalayı bir daha akıl yoluyla ikna etmeye çalışmamalıyız, zira bu hem yararsız hem de tehlikelidir" sözünü olduğu gibi kabul edersek, yok dememiz gerekir ama ben felsefenin insanların ‘budalalık’ tuzağına düşmesine/düşürülmesine müdahale edebilme, engelleyebilme kapasitesine sahip olduğunu düşünüyorum. Felsefi pratiğin belki de en çarpıcı sözlerinden biri olan, Sokrates’ın “sorgulanmamış bir hayat yaşanmaya değer bir hayat değildir” sözünü düşünün! Felsefe tam da sorgulama bilinci yaratır ya da sorgulama bilincinin ta kendisidir. Sorgulayan bir bilinç her türlü budalalıktan uzak durur!

Editör: Haber Merkezi