Uykusuz geçen bir gecenin yarattığı gerginlik ve sinirle kalkmıştım o gün yataktan. Haftanın son günü olmasına rağmen nöbet günüm olduktan sonra cumalar benim için maviden siyaha dönmüştü. Nasıl olsa uyandım biraz deniz havası alayım okulun önünde diyerek evden biraz erken çıktım. İzmir körfezine açılan kapısının önünde bir taraftan denizi izleyip bir taraftan termosumdaki kahvemi yudumlarken, serin esen sabah yeli içimi hafifçe ürpertince okulun içine girmeye karar verdim.



İZ DERGİ'NİN TAMAMINA ULAŞMAK İÇİN TIKLAYINIZ



Okula girdiğimde etrafta in cin top oynuyordu. Belki de bu yüzden daha önce fark etmediğim birçok ayrıntı beni avucuna alıverdi. 150 yıllık tarihe sahip bu muhteşem yapının güzelliğini ilk defa bu kadar net görüyordum. İnce taş işçiliği, tavan süslemeleri, vitraylar, duvarlarda ve dolaplarda okulun ihtişamlı geçmişini bugüne taşıyan birçok fotoğraf, belge, obje… Kim bilir kimler geçmişti şu an önünde durduğum bu kapıdan. En başta Atatürk… İki kez ziyaret etmişti lisemizi. Yüzbinlerce öğrenci girip çıkmıştı kuruluşundan bugüne kadar. Onların her biriyle aynı kapıdan girip aynı sınıflarda ders işlemek çok garip ve güzel bir duyguydu. Kafamın içinde bu hayallerle etrafıma bakınırken birden ayaklarıma bir şeyin sürtündüğü hissettim. Biraz da irkilerek bakınca okulumuzun iki güzel kedisinden birisi olan Karamık’ı ayaklarımın arasında gezinirken gördüm. Belli ki acıkmıştı. Bir süre miyavlayıp etrafımda dolaştıktan sonra benden bir fayda gelmeyeceğini anlamış olacak ki öğretmenler odasına doğru uzaklaştı. Peşinden öğretmenler odasına girdiğimde ise Karamık’ı göremedim. Oysa ki niyetim birazcık sevip onunla oynamaktı. Odaya göz gezdirip Karamık’ı ararken birden öğretmen dolaplarının ardından bir ses duydum.

“Sabah-ı şerifleriniz hayrolsun muallim bey.”

Rahatsız edecek derecede Osmanlıca kelimeler içeren bu selama biraz da ters bir ifadeyle “Günaydın hocam” diyerek cevap verdim. Ben de eski kelime kullanmayı severdim ama bu kadarı da biraz fazlaydı. Gerçi üniversitede kendilerini anlayabilmek için Osmanlıca-Türkçe sözlük taşımamız gereken hocalarımızdan dolayı aşinaydım bu duruma. Yine onların etkisiyle yüz yıl önce cenaze namazı kılınan aruz vezniyle şiir yazan öğrenci arkadaşlarımız da vardı. O yüzden çok da garipsemedim sonradan edebiyat öğretmeni olduğunu söyleyen bu öğretmenin selamlaşma tarzını. Zaten üzerindeki kıyafet de epey eski modaydı. Okula yeni geldiğim için henüz tanışmadığım öğretmenlerden birisi olduğunu düşünerek sohbeti ilerletmek adına ismini sordum. İsmi Ziya’ydı. Okulun hemen yakınlarındaki bir köşkte yaşadığını söyleyince merakım iyice arttı. Bir köşkte yaşayan, eski moda da olsa üstü başı temiz, son derece kibar bir öğretmen. Pek alışıldık bir profil değildi doğrusu. Bazı özel okullarda Fransızca öğretmenliği de yaptığını ama ücretler düşük olduğu için devlet okulundan çalışmaya karar verdiğini anlattı. Zenginlikten fakirliğe düşmüş bir ailenin ferdi olduğu belliydi. Amcasının yanında kendi deyimiyle “amcazadeleriyle” birlikte yaşadığını aslen Uşaklı olduklarını, özellikle amcasının kızı Latife’yle çok iyi anlaştıklarını söyleyerek beni de bir gün köşklerine davet etti. Hem konuşma tarzı hem de kılığı kıyafeti epey ilginç bu öğretmenle sohbet etmek keyifliydi ama nöbet yerime gitmem gerektiğini anladığından olsa gerek “Talebeleri bekletmeyelim muallim bey” diyerek öğretmenler odasının kapısına yöneldi. Tam o anda elinin altındaki kitapların da Osmanlıca olduğunu gördüm. Üniversiteden sonra tekrar etmediğim için unuttuğum kötü Osmanlıcamla zar zor Aşk-ı Memnu yazısını okuyabildim. Gözlerim fal taşı gibi açıldı. Çünkü Aşk-ı Memnu’nun Osmanlıca el yazılı matbu baskısı resmen hazine gibi bir şeydi. “Hocam nerden buldunuz bu baskıyı?” diye sorunca. “Bulmak mı?” diyerek şaşkın gözlerle bana baktı. “Yeni nihayete erdirdiğim kitabım bu muallim bey henüz baskıya vermedim. Önce Hazine-i Evrak dergisinde tefrika edeceğim malum kitap neşretmek bu günlerde ziyadesiyle pahalı” diye söylenerek odayı terk etti. Şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım. Karşımdaki resmen Türk Edebiyatı’nın büyük ustası, Mai ve Siyah ve Aşk-ı Memnu gibi dev eserlerin sahibi Halit Ziya Uşaklıgil’di. Okulumuzun ilk edebiyat öğretmenlerinden birisi olduğunu biliyordum ama bu neredeyse 150 yıl önceydi. Şaşkınlığı üzerimden atar atmaz kapıya atılıp peşinden koşarak koridora çıktım ama ortada kimsecikler yoktu. Sadece kömür karası tüyleriyle Karamık sallana sallana merdivenlerden üst kata doğru çıkıyordu. Çok geçmeden öğrenciler okula gelmeye başlamışlardı ama ben hâlâ yaşadığım olayın şokundaydım. Öğretmenler zili çalıp sınıfa girdiğimde yaşadığım olayın da etkisiyle öğrencilere “Bugün Halit Ziya Uşaklıgil’in eseri Aşk-ı Memnu’yu işleyeceğiz” dedim. Bunun üzerine ilk sıralardan bir öğrenci atılarak “Onun dizisi vardı hocam kitabı da mı çıkmış?” dediği anda sınıfın kapısında Karamık’ı gördüm. Altın ışığı gözlerini kısıp hafifçe tebessüm eder gibi bana ve öğrencilere bakarak geçti sınıfımızın kapısından.

Editör: Haber Merkezi