Söyleşi: Zeynep Uzunbay 

 

Sevgili Hüseyin Yurttaş,

Yıl 1994. Ben, henüz dergilerde adını görmemiş, kitapsız, gizli gizli şiir yazan biriyim.  Torbalı’da yaşıyorum ve istediğim kaynaklara ulaşamıyorum. Abone olduğum dergiler, aldığım kitaplar yetmiyor. Arayışlarım, yolumu Bornova Belediye Kütüphanesi ve Okumaevi’ne düşürüyor. Siz de oranın yöneticisisiniz. Eksiğimi tamamlamak için ayda bir gelmeye başlıyorum. İade etmek üzere ağır poşetler taşıyorum Bornova’dan Torbalı’ya. Benim de yazıp yazmadığımı soruyorsunuz. Bir sonraki buluşmaya defterimi de getiriyorum. İçlerinden “Bekleme Beni” şiirini seçip Çağdaş Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi’ne gönderiyoruz.  Hemen sonraki ay, telefonla şiirimin yayımlandığı haberini veriyorsunuz bana.

İlk sevinç… Üstelik telif de alıyorum.

Şiir tamam, bir de kitap üzerine yazmak ister miyim? Mehmet H. Doğan’ın 1993’te çıkan Çağının Tanığı Olmak kitabını “i” tuşu bozuk daktilomla yazıp Varlık’a gönderiyorum. O ilk yazının Varlık’ta yayımlandığını da yine sizden öğreniyorum. Dergiyi alabilmek için, çocukları bakıcıya bırakıp İzmir’e geliyor, dönüş yolunda cüzdanımı çaldırmama o kadar da üzülmüyorum.

Kendi yazı öykümden sizinkine uzanıp iki merakıma yanıt arasam; yazdıklarıyla-yaptıklarıyla yolunuza ışık olanlar vardır, onlardan söz açsanız. Bir de vefalı (vefasızlar bir yana) dostlardan...

Yazar bir başına “yazar” mıdır? Yurttaş’ı çoğaltanlar kimler?

Yaşamın bütünü insanı çoğaltır ama insan kendini öteki insanlarla çoğaltabildiği kadar insandır. Nasıl olur bu? Hilesiz hurdasız sevgiyle, dostlukla, arkadaşlıkla. Yaşamımıza öylesi insanları katamamışsak ya da başka insanların dünyasına böyle izler bırakacak biçimde girememişsek eksikliyiz demektir. Burada kastım, son zamanlarda hayatımıza bir yerlerden sızan yapaylıklar toplamı “halkla ilişkiler” çerçevesi değildir. İnsanın insana birebir, yürek yüreğe, gönül gönüle, beyin beyine, var varlığıyla, yok yokluğuyla ulaşması, onu benimsemesi ve her haliyle onun yanında yer alması durumudur sözünü ettiğimiz. Yazar olarak bir başınalığı seçmiş olanlar da vardır elbet. Şunu unutmamak gerekir ki, yazmak, kalemi elinize aldığınız ya da yazmaya başladığınız andan itibaren başka insanlarla ilgi ve iletişim kurma çabasıdır.  “Ben yazarım, ötesi beni ilgilendirmez,” demek çok samimi bir tutum olmadığı gibi, ulaşmak istediğin o insanları, bir edebiyat insanına yakışmayacak bir biçimde küçümsemektir.

Yazar yalnızlığı seçebilir. Yazar kendi dünyasından dışarı çıkmayı sevmeyebilir. Bu,  geneldeki ilişkiler için geçerli olabilir. Oysa, gerçek dostluğun, arkadaşlığın, sevginin pırıltı dolu sevinçlerini tatmamış bir insanın yaşamının çöl kuruluğunda kalması kaçınılmazdır. Bu, onun yazdıklarına da yansıyacak ve onu yazma zenginliklerinden mahrum bırakacaktır. Şair, öykücü, romancı, denemeci… kısacası yazan insanın dünyayı ve insanı/insanları sevgiyle kucaklayamayan, bunun için de bencilliğe varan kısır bir dünyası varsa, sesi ve ışığı kendi duvarlarını kolay kolay aşamaz ve dar bir çerçevede boğulup gider.

Biz, okur olarak yazarları seçerken onların sıcaklığını, sevecenliğini, duygu ve düşünce labirentlerinde bizi gezdirirkenki hoşsohbet rehber yaklaşımını da seçmiş olmuyor muyuz? Yazarın güvenilirliğinin temelini, içtenliği ve açıklığı oluşturur. Bunlardan yoksun birinin okurunu sarıp sarmalaması ve kendi dünyasının içine çekerek alıp gitmesi pek mümkün değildir.

Buradan şu sonuç çıkarılmamalı ama: Yazar, herkesi, her türlü insanı, her durumda

sever ve kucaklar. Elbette ki öyle şey olamaz.  Ne diyor Nâzım Hikmet: “her mili bahride, her kilometrede dostum ve düşmanım var.” Yazar, ne kadar yakınında olanlar ile var ise, o kadar da birlikte olmadığı insanlar ve topluluklarla da duruşunu belli eder.  

Beni çoğaltan gerçek anlamda dostlarım, arkadaşlarımdır. İnandığım, bir aydın olarak sonuna kadar güvendiğim insanlardır. Yakın dostların dışında, yüzünü görmediğiniz insanlar bile, -siz onların dünyasına girdiyseniz ya da onları kendi dünyanıza dahil ettiyseniz- yaşamınızı çoğaltan insanlar içinde yer alırlar. Usta bildiğiniz, bir satırını bile kaçırmadan okumaya çalıştığınız ama yüzünü bile görmediğiniz yazarlar ya da başka sanat dallarında ürün veren sanatçılar, kimi yakın dostlarınızdan daha çok yer tutabilir sizin dünyanızda. Bense, hem yakın dostlarım ve arkadaşlarımla, hem genel çerçevede varsıllaşan bir dünyada yaşamayı başardığımı düşünüyorum. Usta yazarlarımızla ağabey/abla-kardeş ilişkisi içinde olmayı başarmam, onlarla yüz yüze gelme olanağı bulmamın bir sonucudur. Onları Tanıdım adlı “anılarla portreler” kitabım en çok da bunu ortaya koymaktadır.  Ya ötekiler? Bizden ve dünyadan birçok şair, yazar da benim dünyamın insanlarıdır ve her biri beynime, benliğime işlemiştir.            

Çok insan biriktirdiniz; çok anlattınız, çok yazdınız da... İnsanı sevmenin, dostlukların ötesinde başka bir gizi var mıdır bu tavrınızın; kısaca değinseniz?

Sevgi dolu bir ortamda büyüdüm. Sevmeye teşne bir yaradılışım da var sanırım.

Çocukluğumda da, daha sonra da doğayı, doğadaki canlıları, insanları sevmenin coşkusunu hep yaşadım. İnsanı sevmenin, dostlukların gizi, sevmemek için bahaneler bulmamak, gerekçeler yaratmamaktır. Ama bu iyi ile kötüyü, güzel ile çirkini, kalıcı ile geçiciyi, yapay olanla gerçek olanı, içtenlikliyle sahteyi ayırmamak demek değildir.

Şiir, öykü, roman, anı, deneme, anlatı, mektup, çocuk edebiyatı... Çeşitli türlerde yapıtlar üreten bir başka “İzmirli”, Necati Cumalı geldi aklıma şimdi. Cumalı, bir gün, yakın dostu Behçet Necatigil’e “kendisini çok dağıttığını” söyler. Necatigil, aynı kanıda değildir, “Ne kazandıysan o dağıtmandan kazandın…” der. Ne dersiniz?

Doğru bir saptama. İnsan dağıttığı kadar topluyor çünkü. Yaşıyorsunuz, gözlüyor ve izliyorsunuz, okuyup araştırıyorsunuz; bir sürü şey birikiyor. Bunların hepsi şiirle ya da türlerden herhangi biriyle verilebilecek, aktarılabilecek şeyler değildir ki, tek türe kilitlenesiniz! Onun için çeşitli türlerde ürün vermek, eser yelpazesini geniş ve renkli kılmak, yaşam ve yazı dünyanızdaki zenginliğinizle atbaşı gider.

İzmir’den neler aldı Hüseyin Yurttaş? İlle ki İzmir’e verdikleri? Yazın-mekân bağlamında bir şeyler söylemenizi istesem…

Foça ve İzmir genelde de Ege bana, Herodot’un deyişiyle, “yeryüzünde bildiğimiz en

güzel gökyüzü ve en güzel iklimde kurulmuş “ yerler olarak, güzelliklerle dolu bir doğa ve yaşam sundular. Özgürlük soluyarak büyüdüm bu topraklarda. İnsanca olan şeylerle kazandığım ruhsal zenginlik yoksulluk ve yoksunlukları unutturacak yoğunlukta ve niteliktedir. Bu topraklardaki insanların genlerine işlemiş bir hoşgörü ve uyumluluk egemendir yaşamlarına. O sıcacık dostluklar, sevgi ve içtenlik dolu arkadaşlıklar, insanın ona göre şekillenmesini sağlıyor. Bunun için kendimi şanslı hissediyorum.

Ben de hep İzmir’i yaşamanın hakkını vermeye, sevgili kentime borcumu ödemeye çalıştım. Onu anlatmayı ne kadar başardığımı bilemiyorum. Şiirler, öyküler, gazete ve dergilerde pek çok yazı, kitaplar… Bir Dönemeç dergisi var geçmişimizde. Ömrümüze düşen onurdur. Ünlem öyle. Eylemli ve etkin bir yaşam içinde oldum hep. Köyüm Kozbeyli’nin önüne düştüm, gelişip değişmesini sağladım. Foça için çabalarım hiç eksik olmadı. Şu kadarını söyleyeyim: Ben, ait olduğum topluma, çevreme, insanlara ve genel anlamda da insanlığa hep yararlı olmaya çalıştım. Başaramadıklarım için yeriniyorum ama başardıklarım övünç kaynağımdır.

-İlk yazıdan TÜYAP Onur Konukluğuna… Birkaç satırbaşıyla yazınsal serüveninize değinir misiniz?

-Edebiyat –daha geniş bağlamda sanat- bitmez tükenmez bir arayış yolculuğudur. Önceleri okur olarak aradıklarınızı giderek yazar olarak da aramaya başlarsınız. Bu iki başlı arayış artık ömür boyu sürecektir. İyiyi ve güzeli; ergin, olgun, erdemli olanı ve mükemmeli aramak çabasıdır sanat yolculuğu.

Çocuksu heyecanlarla ilk kalem oynatmaya başladığınız günlerin türlü yetersizlikleri nedeniyle, sonradan dönüp baktığınızda size gülünç bile gelebilecek satırlar, dizeler yazılmamış ve aşılmamış olsaydı; ötekiler gelebilir miydi? Önemli olan sürekli olarak kalemini bilemek ve daha güzele ulaşmaya çabalamaktır. Benim yaşamım, bu doğrultuda sürekli çalışmak demek olan bir kararlılıkla sürmüştür. Yeri gelmişken şunu hemen berteyim: Hayatımda başka hiçbir şeyde, okumada ve yazmada olduğu kadar tutkulu olmamışımdır.  O kararlılıktır ki, beni bugüne getirmiştir.

-Ne yazacağınızı, ne oranda belirlersiniz? Değilse hayat ve kurgunun kendisi mi ardına düşürür sizi? Bu aralar yazdığınız ya da yakın gelecekte yazmayı planladığınız çalışmadan ipucu verir misiniz bize?

-Şiir, uç veren bir iki ya da birkaç dizeyle kendini yazdırmaya başlar. Öteki türlerde tasarım ve kurgulama çok önemli. Ne yazıp yazmayacağınızı, hangi çizgiyi takip ederek sonuca gideceğinizi baştan belirlersiniz. Sonradan kimi sapmalar, değişiklikler olsa da, bittiğinde bakarsınız ki, o çerçeve genel olarak korunmuş. Yani o ayrı bir disiplindir. Hayat da, kurgu da insanı ardına düşürebilir. Bazen bir olay, bir durum, bir an düşlerinizi harekete geçirir; bazen de düşlerinizin yelkenlerini dolduran rüzgâr alır götürür sizi.

Geçen yıl, yoğun bir okuma ve yazma çabası sonucunda Çanakkale İçinde adlı şiirler bütününü ortaya koymuştum.  Böylece, bu topraklar ve bu insanlar için canını vermiş şehitlerimize, onlarla omuz omuza savaşmış gazilerimizle, onların silah arkadaşlarına karşı vefa borcumu bir nebzecik ödemiş kabul edebilirim kendimi. Şimdi ise, -artık söylemeye bile utandığım- elimde sürünen romanımı bitirmeye çalışıyorum. Türlü nedenlerle bu kış da aksadı çalışmam. Önümüzdeki aylarda onu tamamlayacağım. Bir de, anılarımı yazmak istiyorum.  İnsanın ömrüne düşmüş ne çok şey var!  Birçoğu çok ilginç bunların. Bilinsin ve yarına kalabilsin istiyorum. Halk içinde var olmuş bir aydının, o çerçevede kalmış yaşam kesitlerinin herkese bir şeyler söyleyeceğine ve ilgiyle okunacağına inanıyorum. Onları Tanıdım’da sanatımızın dev isimleriyle ilgili anılarım vardı. Yaşadım Bunları adını koymayı düşündüğüm bu yeni kitabımda ise bazıları çok çarpıcı yaşam parçaları, anılar yer alacak. Yazılar ve şiirler sürecek. Çanakkale yorgunluğundan sonra şiire gereken ölçüde eğilemedim. Var yazdıklarım ama yetersiz. Hele böyle çarpıklığı ayan beyan ortada bir tarihsel dönem ve geri gidiş süreci içinde cehaletin egemenliği hücrelerimize dek işlerken, şiir de şair de susmamalı; tersine haykırmalı. “Unutma ki şairleri haykırmayan bir millet, /Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir;” diyor ya şair;  tıkanıp tıkanıp geldiğimiz yer orasıdır ve bu tarihin tekerrürünün acı bir göstergesidir. Yazacağız, konuşacağız, durmayıp çalışacağız. Yoksa, “nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?”

Editör: Haber Merkezi