Öznur Oğuz *

İnsana korkunun egemen olduğu dönemlerde karanlıkta kaldığını ancak ‘bilerek’ ve ‘düşünerek’ tarihin en karanlık çağlarını aşabildiğini biliyoruz. Karanlıkta kalan sadece ‘ilk insan’ da değildi. Ortaçağ yıllarca ‘modern insanı’ aklın ve bilimin yerine korkularıyla teslim aldığında kilise ve ruhban sınıfı, engizisyon mahkemelerinin egemenliği vardı. Laik düşünce, işte bu karanlığa karşı Rönesans ve aydınlanma dönemi ile kazanılmış önemli bir gelişmedir. Sekülerizm ve laiklik anlayışının, Avrupa’da aydınlanma döneminden önce yıllarca süren din ve mezhep savaşları sonrasında ortaya çıktığını biliyoruz. İşçi, köylü ve halk kitlelerinin eşitlik, özgürlük kadar yurttaşlık hakkı taleplerine de sarılarak mücadeleye atılmasının 1789 Fransız Devrimi’nin kazanımlarına yol açmıştır. 

Sekülerizm ve laiklik anlayışıyla insan aklının dogmatizmden kurtulmasından sonra bilimde de büyük gelişmeler yaşandı. Dogmatik değerlerin şekillendirdiği toplumların bilimsel ilerleme karşısında kurulu düzeni, statükoyu savunması kaçınılmazdır. Bugünün gelişmiş toplumları sorgulanmayan, zorlamacı, dayatmacı görüşlere karşı bu yoldan giderek bilimi ve felsefeyi geliştirebilmiş, bilimde, teknolojide toplumsal anlamda ilerleyebilmiştir.

 

PEKİ, BİZDE DURUM NEDİR?

Türkiye’de laiklik tartışmaları salt ‘din ve devlet işlerinin ayrılması’ olarak ifade edilmektedir. Oysaki dini hakimiyetin sadece devlet kurumlarından arındırılması sınırlı bir kavrayıştır. Laiklik, olmazsa olmaz üç temel ilkeye dayanır. Birincisi; inanç, vicdan ve düşünce özgürlüğüdür. İkincisi, vatandaşların yalnızca dini inançları temelinde değil, aynı zamanda düşünce ya da felsefi tercihleri doğrultusunda da eşit haklara sahip olması ve bu bağlamda devletten ya da devlet otoritelerinden kaynaklı ayrımcılığa maruz bırakılmamasıdır. Üçüncüsü ise devlet ile inançların, düşüncelerin ve felsefi tercihlerin karşılıklı özerkliğinin güvence altına alınmasıdır.

Bizde durum böyle değildir. Siyasi iktidar, ‘seküler’ dünyanın tüm nimetlerinden faydalanırken yoksul halka 4+4+4 sistemi, tarikatlar, Kur’an kursları, sübyan mektepleri gibi ticarileştirilmiş dinsel araçlar dayatılıyorlar. Seçim meydanlarında Kuran’ı Kerim kullanılıyor, inanç, mezhep, kimlik üzerinden siyaset yapılıyor. Eğitim ve toplumsal yaşam kuralları içerik olarak da dini kural ve referanslara göre belirleniyor. Eğitim faaliyeti ve eğitim kurumlarının dinsel içerikle yönetiliyor. Milli Eğitim Bakanlığı bütçesi dini eğitim veren kurumlara aktarılıyor, kreş çağı çocukları din eğitimine yönlendiriliyor, dini vakıflarda yoksul halk çocukları ürkütücü istismarlara maruz kalıyor.

Toplum kutuplaştırılıyor. Yoksul halk kitleleri din istismarıyla yönetilmek isteniyor. İşçi sınıfı ve emekçiler yüzyıllardır bedel ödeyerek kazandığı yurttaşlık hakkı, adalet, eşitlik gibi kavramlardan uzaklaştırılarak, örgütlenmelerinin önüne dinsel gericilik, milliyet ve inanç ayrımı gibi sosyal yaşamı da düzenleyen bubi tuzakları kuruluyor. TBMM Başkanı’nın “Anayasa’dan laiklik ilkesi çıkarılabilir” demesi tek başına bir şey ifade etmiyor çünkü siyasal ve sosyal alan zaten bu temenniye uygun yönetiliyor. Dolayısıyla gerçek bir laiklik mücadelesini, bu kavramın ortaya çıktığı tarihsel ve sınıfsal koşullardaki gibi eşitlik, adalet, demokrasi taleplerinden bağımsız ele almak temel eksiklik olacaktır.

 

TÜRKİYE LAİK DEĞİLDİR, OLMALIDIR

“Türkiye laiktir laik kalacak” argümanı Türkiye gerçeğini yansıtmıyor. 12 Eylül’den bu yana siyaset ve toplum üzerindeki baskı şimdi AKP eliyle din istismarıyla yürütülüyor. Demokrasi mücadelesinin kırıntıları dahi yok ediliyor. Bu anlamda laiklik mücadelesi, dinin okuldan okulun dinden elini çekmesi, kadınlar için tam hak eşitliğinin sağlanması, din ve mezhep farklılıkları bahanesiyle halk kitlelerinin, farklı ulusların, farklı inanç ve mezheplerin kendisiyle ve diğer inançlarla eşit düzeyle ilişki kurmasını güvence altına almayı kapsamalıdır. Çünkü laiklik aynı zamanda hukukun üstünlüğü ilkesinin omurgası, halk demokrasisinin teminatıdır.

Bu anlamda laiklik tartışması halka rağmen, elitist bir kesimin tartışmasının konusu olarak ele alınmaktan kurtarılmalı; emek, demokrasi, barış mücadelesinin; işçi sınıfının, ezilen halk kesimlerinin, kadınların, gençlerin eşitlik, özgürlük, adalet arayışlarıyla, bilimsel ve demokratik eğitim talebiyle birleştirilmelidir. Emek Partisi işçi sınıfımızı ve emekçileri, Kürt ve Türk yoksullarını ve emekçi halkları, kadınları, bilim insanlarını, gençleri gerçek laiklik, demokratik bir anayasa için mücadeleye çağırmakla yetinmiyor, mahallelerde, işyerlerinde okullarda bu mücadelenin örülmesi için toplantılar, söyleşiler düzenleyerek tüm mücadele dinamiklerinin birleşik mücadelesini de örmeye çalışıyor.

 

*Emek Partisi Genel Başkan Yardımcısı

Editör: Haber Merkezi