Bülent Çuhadar* - Demiryolcular için, istasyonlar ve garlar kentlerin en güzel yeridir. Gün, buralarda başlar ve yine buralarda sona erer. Akşam olduğunda da fazla uzaklaşılmaz, ya istasyon kahvesinde demli çay içilir ya da gar lokantasında iki kadeh rakı... Eve öyle gidilir. Hele biraz da çakırkeyf olmuşlarsa, “Ah güzel Ahmet Abim benim, Gördün mü bak, Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar Ve dağılmış pazar yerlerine memleket, Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile…” diye başlarlar...

Demiryolculuk, aile mesleğidir ve pek çoğu, demiryolu kenarındaki küçük lojmanlarda doğmuşlardır. Bu yüzden, yaşama bile istasyonlarda başlar ve hatta buralarda veda ederler yaşama... Demirden de korkmazlar, ölümden de... “Demirden korksak demiryolcu olmazdık” derler. Ama ölümün ‘kahpece’ gelmesini hazmedemezler...

10 Ekim sabahı de, yaşam yine bir garda, Ankara Garı’nda başlamıştı yüzlerce demiryolcu için. Bu sefer ‘işbaşı’ yapmak için değildi. Üyesi oldukları Birleşik Taşımacılık Çalışanları Sendikası ‘barış’ diye haykırmak, ‘çocuklar ölmesin’ demek için Ankara Garı’na çağırmıştı onları. Tereddüt etmeden uydular sendikalarının bu çağrısına. Ülkenin dört bir yanından, Malatya’dan, İzmir’den, Adana’dan, Diyarbakır’dan, İstanbul’dan geldiler. Tulumlarını çıkarıp üzerinde BTS yazan önlüklerini giymişler, ellerine ‘barış’ yazılı bayraklarını almışlar, heyecanla Kızılay Meydanı’na girmeyi bekliyorlardı. Ankara Garı’nın önünde...  Garda, sabahın ve yaşamın başladığı yerde...

“Ankara Garı’na bahar: İstasyon polisinde artan gizli bir telaşla, üçüncü mevki bekleme salonunda köylü yapı işçileriyle ve büfesinde göbekli bir marula benzeyen İstanbul hasretiyle gelir, bağrışılmaz, koşuşulmaz, yüksek sesle gülüşülmez Ankara Garı’nda.” demişti oysa büyük ozan.  10 Ekim sabahı öyle olmadı. Demiryolu çocuklarının, yüksek sesle gülüşmeye çekindiği Ankara Garı, Tüm insanlığın kulaklarını sağır edecek bir gürültüyle sarsıldı. Makinist Yılmaz düştü önce. Sonra tren şefi Hacı... Sonra diğerleri bir bir... Sonra Veysel, İbrahim’in elinden kaydı gitti. İbrahim’de arkasından. Nasıl yalnız bırakırdı Veysel’ini... Demiryolu kenarındaki küçük lojmanda doğan demiryolu çocuğunu...

10 Ekim sabahı Ankara Garı, sadece demiryolu çocukları için değil, tüm insanlık için yaşamın son bulduğu bir gün oldu. Oysa daha akşam bile olmamıştı. İstasyon kahvesinde demli çaylar, gar lokantasında iki tek rakı, yorgun demiryolcuları bekliyordu. Ali, daha kadehini kaldırıp  “Ve zaman dediğimiz nedir ki Ahmet Abi, Biz eskiden seninle, istasyonları dolaşırdık bir bir, O zamanlar Malatya kokardı istasyonlar, Nazilli kokardı Ve yağmurdan ıslandıkça Edirne postası…” bile dememişti.

İnsanlık tarihinin gördüğü en büyük katliamlardan biri olan 10 Ekim Ankara Gar patlaması üzerine, sosyolojik, politik pek çok değerlendirme yapıldı, yapılacak. Ancak, bu ülkeye ‘barış’ gelsin, Veysel’ler ölmesin diye verilen mücadele, ne o sabah son buldu ne de son bulacak. Sabah gözünü garlarda açan, yaşama garlarda başlayan, istasyonlarda sıkı sıkıya hayata sarılmaya çalışan demiryolu emekçilerinin yaşamları, yine bir Gar’da son bulsa da, “ne demirden ne de ölümden korkmamaya” devam edecekler. Demiryolu çocukları, yine tulumlarını giyecekler, akşam olduğunda, demli çay yahut iki tek rakılarını içerken, erken gidenlerin anılarıyla, gözleri nemli “Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar, Diş degil, tırnak degil, bir mendil niye kanar” sorusunun yanıtını arayacaklar...

*BTS Genel eğitim-örgütlenme sekreteri

Editör: Haber Merkezi