EZGİ SERİM / İZ DERGİ - Bundan 34 yıl evvel annem ve babam evlenir, büyük sevgiyle hatırladıkları, babamın sürgün gittiği Siverek Lisesi'nde görevlerini tamamlar ikisi de. Ardından annemin soyunun 1864 sürgünüyle yerleştiği Cemilbey köyünün bağlı olduğu Çorum iline taşınırlar. Sonra ben dünyaya gelirim.

İlkokula başlayana kadar oldukça renkli, büyük bir ailenin ve kalabalığın içinde geçti çocukluğum. Annemin çocukluğunun geçtiği evde, bahçede, sokakta... Babam, rahmetli dedemden kalan ağaçlarla tek tek ilgilenip yeniden yeşertmişti onları. Kocaman bir kümesimiz vardı. İşin en heyecanlı kısmı civcivlerdi tabii ki, sayı saymayı civcivlerin çıkacağı günü beklerken öğrendim. Bu uyum o kadar sebepsiz olamazdı elbette. Özellikle babamın, kendi kayıp çocukluğunu telafi etme isteği boşuna değildi. İşte bu yüzden beraber büyüdük biz...

Üç yaşımdan itibaren gördüklerimi iyi hatırlıyorum, öncesini ise duyduklarım ve fotoğraflardan ziyade, içimdeki hissiyattan biliyorum.

Evin üst katında anneannem ve küçük dayım, alt katta annem, babam ve ben vardık... Anneannem ağladığımı duyar duymaz yukarıdan fişek gibi yanıma inerdi, kızardı bizimkilere torununu ağlattıkları için. Annem bu yüzden ara kapıdan geçişi önlemek zorunda kaldı, tavan boyunca koca bir dolap yaptırarak anneannemin acil durum erişimini engelledi.

Ailenin en kıdemlisi pamuk dedem İbrahim Atalay'dı, anneannemin babası. Neden bu çocuğun adını ''eski'' koydunuz diye çok üzülmüş, anlamını öğrenene kadar içine öyle dert etmiş ki... Bu fonetik yanlış anlamadan ilham alan bir aile üyesi de küçüklüğümde sokaklarda sıkça bağıran eskici'nin aslında ezgi'ci olduğuna ve bütün ezgileri topladığına inandırmıştı beni! Uzunca bir süre sokağın başından ''eskici'' anonsunu işitmemle en yakın dolaba kendimi kapatmam bir oldu. Kimselere anlatamamıştım yaşadığım garip korkuyu. Pamuk dedem ve ben bu isim işine çok geç vakıf olduk veya bu ismin erken mağdurları olduk diyelim.

Bir aradaydık ama her şey öyle uluorta konuşulmazdı, kuralları vardı söz söylemenin. Bazen bizim duymamızı istemedikleri konular olurdu, aile büyükleri böyle zamanlarda aralarında Çerkesçe konuşurlardı. Özellikle Sabiha anneannem ve anneannem iki kız kardeş bir araya geldiklerinde görün şenliği, kim bilir neler kaynıyordu o gülüşmelerin içinde...

Anneannem her şartta elinden hassas haynap* terazisini düşürmeyen katı bir eğitmen olarak geleneklerine fazlasıyla sadıktı. Ben geleneklere kesinlikle karşı değilim, genelde iyi taraflarına denk geldim belki ama kişisel olarak sorularıma cevap bulamadığım durumlarda ikna olmam güçleşiyordu çocuk kafamla...

Günlerden bir gün babamın görev yaptığı Fatih Lisesi'nin bir etkinliğine gittik, müzik öğretmeni oldukları için böyle günlerde yönettikleri koroya günün anlam ve önemine göre şarkı-türkü söyletmeleri olağandı. Annem, anneannem ve ben protokolün hemen yanı başına yerleştik. Sahnede iki büyük poster asılıydı. Birini tanıyordum, dört yaşında anaokulu öğrencisiydim sonuçta. Anneme net bir artikülasyon ve sağ elimin 2. parmağıyla diğer resmi işaret ederek ''Mustafa Kemal Paşa'nın yanındaki şapkalı kim'' dedim, ayağa da kalktım bu arada. Annem, ''Fatih Sultan Mehmet, Osmanlı Padişahı'' dedi kısık sesle. Dört yaş ruhuyla, ''Padişah ne işe yarar'' diye sordum ve açıkladı anlayabileceğim şekilde. Konuşmamızı protokolden duyan iki kişi dönüp bize gülümsedi, ciddiyetle selamlaştık karşılıklı. O arada konser başladı, babam sahneye çıktı, konu kendiliğinden kapandı.

Etkinliğin ardından yürüyerek hep beraber evin yolunu tuttuk.

Yol boyunca her fırsatı oyuna çevirmeye çalıştım, annemin tüm sakinliğiyle kaldırıma çıkmamı rica etmesi üzerine benim, kafamı iki elimin arasında tutup sallarken ''Sen bir padişah mısın da beni yönetmek istiyorsuuuuuuuunnnn ?'' naralarımla ilk perde kapandı. Sokak ortasındaki olayı gören bazı çevre sakinleri ve bizimkiler gülüyordu. Bu tutum karşısında iyice çileden çıkarak ağlamaya başladım. Çok öfkelenmiş, kendimce rencide olmuştum! Eve vardığımızda biraz sakinleştim ve annem benden özür diledi, amacının kesinlikle beni yönetmek ve benimle alay etmek olmadığını açıkladı, sarıldı bana. Sonra sevdiğim meyvelerden ve şekerli leblebi ikram etti, renkli olanlardan. Böylece olay tatlıya bağlandı...

İstisnasız herkesin koşulsuzca çocuk olabilmeyi hak ettiği bu hayatta, pek az şeyin tatlıya bağlandığını görmek ne ağır bir utanç...

haynap* çerkesçe uygunsuz, ayıp, utanç verici olan şey / durum / eylem v.b.

İllüstrasyon: Arda Erol

Editör: Haber Merkezi