İnsan ilişkilerinde 30’lu yaşlara kadar iyi insan/kötü insan kavramları belirlerdi ilişkilerimi ilerletme düzeyimi. Zaman ilerledikçe başkaca kriterler gelişti. Bunlardan biri mülteci düşmanlığı diğeri ise LGBTİ+ nefreti. Bunları bünyesinde barındıran kimseyle şu ya da bu nedenle ilişki geliştirmedim. İçinde bir yerde zehirli bir virüs gibi mülteci ve LGBTİ+ düşmanlığı ve ayrımcılığı barındıran insanların er ya da geç davranışlarına, sözlerine, eylemlerine yansıttığını ve bu virüsün bir gün mutlaka ortaya çıkmak üzere sinsice beklediğini hep gördüm. ‘’Ama’’ ve ‘’zaten’’ sözcükleri benim için yol gösterici oldu. İçinde bu sözcükleri kullanarak aslında düşman olmadığını ama içindeki düşmanlığı adeta mültecilerin ya da LGBTİ+ların tetiklediğini örtülü itiraf ettiğine defalarca tanık oldum ve ilişkiyi orada bıraktım. Eğer zorunlu ilişki ise minimum seviyeye indirgedim, yok eğer seçimli bir ilişki ise yoldaş olamayacağımızı anlayıp oracıkta bıraktım bu yolculuğu.

Bu uzun girişin ardından bu dezavantajlı iki grupla kurduğum empatiyi örneklendirmeye çalışacağım. Gitmek, bir yerlere gitmek yaşamın kendisidir. Ama dönmek, yani bir şehre, bir insana, bir ülkeye dönmek daha yüksek bir sorumluluk ve zorluk taşır. Döndüğünde karşılaştığın şey ile bıraktığın şeyin aynı olmayacağına yemin edebilirim. Dönmek ne kadar zordur kendi deneyimimden de bilirim. En azından son iki yıldır İzmir’de deneyimledim bunu.

Dönmekten daha zor olanı ile dönememek. Yani dönebileceğin, ihtiyaç duyduğunda sığınabileceğin bir yerin, evin olmadığını bilmek! Dönememek! Gerçek bir kayıp duygusu. Beşiktaş’ta yaşarken annesinin ölüm haberini alıp cenazesine gidemeyen trans kadın bir mültecinin acısına tanıklık etmiştim. Ne Suriye’ye dönebiliyordu ne de dönebilse bile ailesi o cenazeye katılmasına izin verecekti. Ölüm ve kayıp duygusunu katmerli yaşıyordu. Ağlarken o kadar içerden bir yerden ağlıyordu ki ‘’acısı bayılmasına bile izin vermiyordu’’ kendi tabiriyle.

***

Son haftalarda Kürt mevsimlik tarım işçilerine toplu linçler başladı. Yaz aylarında evlerini bırakıp 2-3 ay tarlada çalışıp, çadırlarda yaşayıp kazanacağı 3 kuruştan başka bir düşüncesi olmayan ailelere fütursuzca saldırılar can alıyor. Bir tür “iç mülteci” hayatı yaşayan bu insanlara karşı oluşturdukları nefretin tek nedeni var: Kürt olmaları. Deniz Poyraz cinayetiyle adeta bir işaret fişeği yakıldı ve ülkenin dört yanından haberler gelmeye başladı. Etkin soruşturma yürütmeden dosyaları kapatanlar bu ve devamındaki her katliamın sorumlusu ilan edilecek yıllar sonra.

Trans kadınların hiçbir gerekçe gösterilmeden Taksim’de gözaltına alınmaları, yaşadıkları evlerin mühürlenip oradan göç etmeye zorlanmaları devlet eliyle yapıldı üstelik. Onur Yürüyüşlerini yasaklayan, bu yürüyüşlere katılanları acımasızca ve işkenceyle gözaltına alan da aynı anlayış. Boğaziçi Üniversitesi’ndeki yenilgisini LGBTİ+lar üzerinden kusan da aynı anlayış: Kurumsallaşmış nefret.

Son haftanın siyasetçiler tarafından yürütülen mülteci tartışmasında da aynı ‘’kodlanmış hafıza’’ var. Sosyal demokratından, ulusalcısına, milliyetçisinden, ırkçısına kadar örtülü ve açık mülteci nefreti yaygın bir biçimde sürüyor. Bu yolla iyice kurumsallaşmış bir nefrete dönüşüyor. İktidarımızda hepsiyle helalleşip ülkelerine göndereceğiz diyor en hafif açıklama. İktidar alternatifi olanlar bile çıkıp ‘’Bu kirli savaşı bitireceğiz’’ demiyor, diyemiyor.

***

İşte bu topraklarda kendisiyle aynı kimlikleri taşımayan herkese karşı mülteci düşmanlığı geliştirmek bir devlet geleneği artık. Kurumsal. Suriyeli, Afgan, Kürt, Alevi, LGBTİ+ diye uzar bu liste. Bu nefreti bitirmek ve herkese eşit yaşam hakkını tanımakla yükümlü insanlar tarafından kışkırtılması da düz vatandaşı bile şiddete yönlendiriyor.

Birkaç hafta önce Karşıyaka İskelesi’nin karşısında onlarca insanın 6-7 yaşlarında 2 Suriyeli kız çocuğunu hırsızlık yaptıkları gerekçesiyle neredeyse linç etmeye girişmesini dehşete düşerek gördüm. Ülkenin en uygar insanlarının yaşadığı iddia edilen bu şehirde böyle bir şey yaşanıyorsa diyerek korku ve endişeye kapıldım.

***

Gelin bu yazının sonunda hepimiz, şimdiye kadar dönemeyecek kadar evini, yurdunu, toprağını, ailesini kaybetmiş herhangi insana karşı ‘’mülteci’’ nefreti geliştirdiğimizi düşünelim! Ve bir gün bizim de bu büyük kayıp duygusu yaşadığımızı hayal edelim. Hiç olmazsa buraya kadar okuduklarımız bizim ‘’iyi insan’’ olmamız için bir başlangıç olsun.

Trans bir aktivist arkadaşım “hepimiz kendimizin mültecisiyiz” diyerek yukarıda anlattığım her şeyi tek cümleyle özetlemişti yıllar önce. Kendisine mülteci olmuş kimseye düşmanlık etmeyelim en azından. Sarılın onlara gibi ‘’ütopik’’ bir şey istemiyorum. Ama onların yaşadığı bu hayatı ‘’distopik’’ kılmayalım en azından!