İktidar çevresinden gelen açıklamaların neden olduğu, bir süredir gündemi fazlasıyla meşgul eden bir konu: Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi; medyada yer alan ve toplumca bilinen adıyla İstanbul Sözleşmesi. İktidara yakın kitleyi de kendi içinde bölen, taraflardan birince şeytanlaştırılırken diğerince sahiplenilen; kadınları, LGBTİ+’ları, STK’ları sokaklardaki mücadelede birleştiren ve bunca ses getiren İstanbul Sözleşmesi nedir? Ana hatlardan oluşan bir çerçeve çizerek sözleşmeye dair kısa bir bilgilendirme yapmak istiyorum.

“Nahide Opuz, kendisine ve ailesine şiddet uygulayan, tehdit eden kocasını devlet makamlarına tam 36 kez şikâyet etmesine rağmen onu koruyamayan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne karşı 15 Temmuz 2002’de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde (AİHM) dava açtı. AİHM, Türkiye Cumhuriyeti Devleti hakkındaki kararını 9 Haziran 2009’da verdi: Türkiye, vatandaşını koruyamamıştır. Devlet, karar uyarınca Nahide Opuz’a tazminat ödedi ama hikâye orada bitmedi. Opuz davası, İstanbul Sözleşmesi olarak bilinen Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi’nin ilham kaynağı oldu, neredeyse sözleşmenin gerekçeli metnini oluşturdu.*”

Sözleşmenin 4 temel ilkesi vardır:

Kadına yönelik her türlü şiddetin ve ev içi şiddetin önlenmesi.

Şiddet mağdurlarının korunması.

Suçların kovuşturulması, suçluların cezalandırılması.

Kadına karşı şiddet ile mücadele alanında bütüncül, eş güdümlü ve etkili işbirliği içeren politikaların hayata geçilmesi.

Sözleşme, 2011 yılında imzalanmış ve de 2014 yılında yürürlüğe girmiştir. Türkiye, 11 Mayıs 2011 tarihinde sözleşmeyi ilk onaylayan ve 24 Kasım 2011 tarihinde ise parlamentoda ilk onaylayan ülke olmuştur. Türkiye’de, son 10 yılda kadın cinayetlerinin düşüş gösterdiği tek yıl sözleşmenin imzalandığı 2011 yılıdır.

Sözleşme, PSİKOLOJİK ve EKONOMİK şiddeti de şiddet olarak tanımlar. Cinsiyet, cinsel yönelim, cinsel kimlik, yaş, sağlık ve engellilik durumu, medeni hal, göçmenlik ve ayrımcılık yapılmaması gerektiğini vurgular. Özet olarak, sözleşmenin çıkarımı şudur: Kadın-erkek eşitliğini sağlamak, kadına yönelik şiddetin önüne geçecek en güçlü olgudur.

Kadına yönelik şiddetin günden güne katlanarak arttığı ve sistematik bir cins kıyımına dönüştüğü son yıllar dikkate alındığında, İstanbul Sözleşmesi’ni tartışmaya açmak sözleşmede bahsi geçen tüm bireyleri ve toplulukları, potansiyel ve dolaylı faillerce kolay hedef haline getirmektedir. Münevver Karabulut’tan Özgecan Aslan’a; Hande Kader’den Hande Buse Şeker’e; Emine Bulut’tan Pınar Gültekin’e dek hepimizce bilinen ve bariz bir şekilde ortada duran bir hakikat var: Yasalar bizleri korumakta ve tüm bu katliamlar için caydırıcı pozisyon almakta yetersiz. Evlerimizin içi, apartmanlarımızın girişleri, iş yerlerimiz, toplu taşımalar, köşe başları ve tüm sokaklar birer suç mahalli. Bugüne dek taşınmış tüm tartışmalar bizler için ideolojik bir tavır olmaktan çıkıp çok temel bir savunuya dönüştü. Evet, yaşam hakkımız için mücadele ediyoruz; hayatta kalmak ve varoluşumuzu ortaya koymak için mücadele ediyoruz. İstanbul Sözleşmesi bu haklarımız ve daha birçok hakkımız için teminattır. Bu akdin uygulamaya koyulması talebimizde ısrarcıyız ve de bu ısrarda istikrarlıyız.