Hangi alanda olursa olsun inançlı olmak değerlidir kuşkusuz. Bilimsel akla inanmak, doğaya inanmak, geleceğe yahut tanrıya inanmak… Fakat insan olabilmenin birincil koşulu, “İslam içindeki kimi tarikatların” kafalar keserek dikte ettiği gibi, tek başına bir dine inanmaktan geçmez. Yurdumuzda İslam’a “en çok” inanıyormuş gibi yapıp, İslam’ı en ağır sözlerle aşağılayan ‘İslamcı bakanlar’ gördük yakın tarihte ki şimdilerde onlardan birini, “büyükelçi” yaptılar!

Bir toplumu dinle yönetmeye kalkmak, onlarca örneğinde olduğu gibi, o toplumu dünyanın “öteki” bütün değerlerinden koparmak anlamı taşır. İnsanlığın binlerce yıldır biriktirdiğinden kopan toplum/birey “kültürel ensest”e açık hale gelir… Sakat, çarpık, anlaşılmaz ve bencil düşünme biçimi o toplumlarda barışı ve refahı yok eder. Bkz; İslam ülkeleri.

Oysa daha geçen hafta “Din Şurasında” konuşan en üstteki yöneticimiz, başında bulunduğu Cumhuriyetin, laik değerleri terk ederek, dinsel dogmalara çekilmesini salık verdi. “İslam bize göre değil, biz İslam’a göre hareket edeceğiz. Nefsimize ağır gelse de hayatımızın merkezine dönemin koşullarını değil, dinimizin hükümlerini yerleştireceğiz” dedi ve din olgusunu kişisel yaşamdan, devlet yönetim alanına taşıyarak, anayasal bir suç işledi. Yani “anayasayı ilga” (varlığını ortadan kaldırmaya teşebbüs) etti.

Eskiden özellikle sosyalistler bu “anayasayı ilga” suçundan ötürü idamla yargılanırlardı ve şimdi de ceza hukukumuzda bu suçun karşılığı oldukça ağırdır. Acı ki ülkemizde bu denli ağır bir anayasal suçu, ülkenin en üst düzey yöneticisi işlemektedir ve fakat yasalar o yöneticiye işlememektedir!

Dinsel dogmaları bu sayfada yeniden tartışacak halimiz yok, fakat yurdumun güzel insanlarını bir kez daha akla ve İslam coğrafyasına daha geniş bir kadrajdan bakmaya çağırabiliriz!

Modern bir devletin yöneticisinden beklenen; yurttaşlarına dinsel dogmalara dönüş çağrısı yapması değildir; insanlığın evrensel vicdanına sahip olmaları çağrısı yapmasıdır. Esas olan, tek başına bir dinin değil, insanlığın ortak birikimini kalbinde hissetmek ve onun gereğini yapmaktır çünkü...

Bu düşünceye sahip dünyalılar, hiç yüzünü görmedikleri insanların mutluluğu, yeni doğmuş bir çocuğun gülümseyişi için, gözlerini kırpmadan canlarını verebilirler. Kimi toplumsal olaylar bunun tanığıdır. Onlar ki, yaşamayı en kutsal görev bildikleri halde, yine de bir başkasının yaşamı için ölmeyi göze alabilirler. Şair Baba’mız Nazım’ın söylediği gibi:

“Yaşamayı ciddiye alacaksın,/ yani o derecede, öylesine ki,/ meselâ, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda / yahut kocaman gözlüklerin, beyaz gömleğinle bir laboratuvarda/ insanlar için ölebileceksin/ hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için/ hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,/ hem de en güzel en gerçek şeyin, yaşamak olduğunu bildiğin halde…” Bunu yapabiliyor musun? İşte en soylu insan sensindir o zaman. Biz buna inanırız; önce insan olmaya!

Sözgelimi Japonlar. Ne peygamberleri, ne de kutsal kitapları vardır. Fakat insanlığın evrensel birikimini ve bireysel vicdanı öylesine özümsemişlerdir ki, yaşayışları ders niteliğindedir. Geçtiğimiz yıllarda bir nükleer facia yaşadılar, hatırlayacaksınız! Televizyonlardan canlı izledik nasıl vakar içinde olduklarını. Başbakan ve sorumlular olayın hemen arkasından, facianın bütün sorumluluğunu üstlenerek istifa ettiler. Bilmem ki “harakiri” yapanlar olmuş mudur ve bilmem ki bu tavır sizlere “bir başka ülkeyi” ve ‘o ülkedeki garip şeyleri’ anımsatıyor mudur?

Bu dar alanda söyleyebileceğim uzun sözün kısası; bir devlet yöneticisi, dinsel dogmalara dönüş çağrısı yaparak “bakara, makara, kukara” cıvıklığı yahut “kinli, dindar nesiller” yetiştirmek için değil, evrensel olguları ve dünya gerçeğini derinliğine anlayan; sevgili, insan nesiller yetiştirmek için çaba vermelidir... Cumhuriyetin kuruluş inancı da, insanlığın yürüyüş rotası da bu yöndedir ve pusulayı şaşırmak, bundan sonraki bütün nesillerin de kaybı anlamındadır!

8 Aralık 2019, Balçova